Murat Parıltı Siyaset Bilimi Uzmanı

Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) hafta başında açıkladığı verilere göre, Ekim 2025 itibarıyla tüketici fiyat endeksi (TÜFE) aylık %2,55, yıllık ise %32,87 arttı. Bağımsız araştırma kuruluşu olan ENAG ise yıllık enflasyonu Ekim sonu itibariyle %60 olarak hesapladı. Kurumsal şeffaflık politikasına aşina olmayan TÜİK’in enflasyon hesaplama paketinde yer alan 600 bin kalemin fiyatlarını açıklamaması yeterince anlaşılır. Her ne kadar vatandaşın giyim, gıda, barınma, eğitim ve sağlık giderlerinin karşılanmasında, ısınmada ve iletişimde cebinden çıkan rakamlar, TÜİK tarafından açıklanan enflasyonun yaklaşık iki katı olsa da, yine de biz yine de resmi veriler üzerinden analiz yapalım. Açıklanan enflasyon oranı, resmi hedeflerin hâlâ oldukça uzağında ve enflasyonun kalıcı olarak düşürülebilmesi için söylem değil, acil politika değişikliği gerektiğini bir kez daha ortaya koyuyor.

Hazine ve Maliye Bakanı sayın Mehmet Şimşek, her fırsatta gereken tedbirleri bütüncül bir yaklaşımla devreye aldıklarını, yatırımı, istihdamı, üretimi ve ihracatı desteklediklerini; Cumhurbaşkanı Yardımcısı sayın Cevdet Yılmaz ise yaptığı değerlendirmede, dengeli büyüme modelimize uygun olarak ekonomimizin dirençli yapısını ve sürdürülebilir büyüme hedeflerini dile getirse de…. Merkez Bankası Başkanı sayın Fatih Karahan ise Meclis Plan ve Bütçe Komisyonu’nda yaptığı konuşmada, talep göstergelerini yakından takip ettiklerini ve talep koşullarındaki gelişmelerin dezenflasyon sürecini olumsuz etkilemesi durumunda önlem alacaklarını belirtip, "Dezenflasyon sürecinin devamına yönelik kararlılığımızı korurken, likidite koşullarını yakından izlemeyi ve likidite yönetimi araçlarını etkili şekilde kullanmayı sürdüreceğiz." dese de… Olmuyor…hedefler tutmuyor, söylemler havada kalıyor.

Ekonomi yönetimi, enflasyonu düşürme hedefiyle açıkladığı programda üretimde verimliliği merkeze alan bütüncül bir makroekonomik yaklaşım yerine, yalnızca enflasyon verilerini aşağıya çekmeye yönelik adımlar atmayı sürdürüyor. Son iki Para Politikası Kurulu (PPK) toplantısında politika faizleri kademeli olarak toplam 100 baz puan aşağı çekildi. Hükümet, kredi piyasasında likiditeyi bir miktar rahatlatmayı ve yatırımı teşvik etmeyi amaçladığını söylüyor. Fakat aynı dönemde 2,2 trilyon TL’yi aşan bütçe açığını kapatmak için de, sırtındaki faiz kamburunu azaltacak yatırım ortamı oluşturmak yerine, vergi kapsamını genişletiyor. Bu tablo, daha da baskılayıcı bir mali ortam ve enflasyonist bir sonuç doğurma riski taşıyor. Enflasyonu durdurmak için kullanılan araçlar enflasyonun kaynağına dönüşüyor.

Sanayisizleşme Süreci

Üretim sektöründe içler acısı bir tabloyla karşı karşıyayız. Küresel lojistik şirketi DSV CEO’su Ozan Önder, Ekonomi gazetesine yaptığı açıklamada, “sadece tekstilde Mısır, Fas gibi ülkelere 160 fabrikanın taşındığını, bu eğilimin mobilya sanayi gibi diğer emek yoğun sektörlere de sıçradığını” belirtmiş. Sanayi şirketleri, özellikle KOBİ’ler, yüksek finansman maliyetleri ve daralan kredi hacimleriyle boğuşuyor. Merkez Bankası faiz oranlarını düşürse de, ticari kredi faizleri üzerinde kayda değer bir gerileme yaşanmadı. Bankalar, risk algısının yüksek olması nedeniyle kredi hacmini sınırlı tutuyor. Bu durum yatırımı kısıtlıyor. Kapasite artırımı, teknolojik yenileme ve ihracat odaklı üretim projeleri finansman bulmakta zorlanıyor. Üstelik enerji ve lojistik maliyetlerindeki artış, şirketlerin maliyet yapısını daha da boğuyor. 2025’in ilk 9 ayında, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) tarafından açıklanan verilere göre, kapanan şirket sayısı geçen yıla oranla yüzde 10,8 artışla 20 bin 818'e yükselmiş durumda. Konkordato açıklamalarının ardı arkası kesilmiyor; geçen yıla kıyasla %72 artış var.

İstanbul Sanayi Odası, talepteki durgunluk üretimdeki zayıflamayı hızlandırdı; Ekim’deki üretim kaybı son üç ayın en sert düşüş yaşandığını ve imalat PMI’nın %46,5’a gerilediğini paylaştı. Reel sektördeki bu zayıf performans, faiz indirimiyle canlandırılmak istenen yatırımların işe yaramadığını açıkça gösteriyor. Zira sembolik faiz indirimi, yüksek risk ve belirsizlik ortamında yatırım iştahını tek başına canlandıramaz. Talebin daraldığı ve öngörülemezliğin yüksek seviyede olduğu bir piyasada, 280 milyar dolara yaklaşan ihracat rakamları sanayi sektörünün karlılığını göstermiyor; yalnızca alışveriş hacmi üzerinden bir algı oluşturuyor.

Gıda Enflasyonunun Nedeni Tarım Politikalarıdır

Enflasyonun ana bileşenlerinden biri olan gıda fiyatları, hane halkı bütçesi üzerindeki en ağır baskıyı yaratmaya devam ediyor. TÜİK verilerine göre “gıda ve alkolsüz içecekler” grubundaki yıllık fiyat artışı %34,87 düzeyinde. Bu oran genel enflasyonun üzerinde seyrediyor ve tarım politikalarındaki yapısal eksiklikleri net biçimde ortaya koyuyor. Türkiye tarımında temel sorun, ithalata bağımlı girdi maliyetleridir. Gübre, mazot, yem ve tohum gibi temel girdilerin büyük bölümü döviz cinsinden temin ediliyor. Döviz kurlarındaki dalgalanmalar da üretim maliyetlerini artırıyor. Buna ek olarak, çiftçinin tarımsal kredi faizleri yüksek, destekleme ödemeleri gecikmeli, tarımsal sigorta sistemi yetersiz. Bu koşullarda üretici fiyatları yükseliyor, bu da doğrudan tüketici fiyatlarına yansıyor. Tarımda verimlilik artışı sağlayacak altyapı yatırımları, lojistik ve depolama reformları da yetersiz. Sonuç olarak gıda enflasyonu sadece mevsimsel ya da kur kaynaklı değil; doğrudan yapısal üretim eksikliğinden kaynaklanıyor.

Bütçe Açığı- Dış Borçlanma-Faiz Ödemeleri-Enflasyon Kısır Döngüsü

Aslında 2017-2018 döneminde başlayan enflasyon ikliminin nedenlerini doğru analiz etmek için ‘ekonomist’ olmak gerekmiyor. Türkiye’nin 2016’da hain darbe girişimi sonrası uzunca bir süre olağanüstü hal ve KHK’larla yönetilmesi; ardından parlamenter sistemin terk edilerek başkanlık sistemine geçiş yapıldıktan sonra, bütçe disiplininden uzaklaşılması ve bunun sonucunda kamu maliyesinin sekteye uğraması...

Yüksek enflasyonun karşısında, kamu açıklarının ve faiz ödemelerinin bütçe üzerindeki yükünün artması, durumu daha da karmaşık hale getiriyor. Eğer borçlanma artmaya devam ederse, faiz-ana para ödemeleri büyüme odaklı harcamaların önüne geçer. Bu da, yapısal reformlara ve üretim artırıcı politikalara kaynak ayrılmasını kısıtlar. Örneğin, önümüzdeki üç yılda sadece ‘garanti ödemelerine’ ödenecek rakam 821 milyar TL. Kamu iktisadi teşebbüslerinin (KİT) bu yıl 244.4 milyar lira zarar etmesi bekleniyor. Gelecek yıl da yine 181.5 milyar lira zarar öngörülüyor. Ekonomi böylesi kritik bir eşikte iken, Ankara Etimesgut’ta siyasilere özel VIP havaalanı inşaatına 6 milyar TL ayırmak, ekonomi yönetiminde zihniyetin değişmediğinin göstergesidir. Tasarruf öncelenmeli ve istisna gözetilmemelidir.

Dolayısıyla, hükümetin dezenflasyon hedefi –ya da yalnızca söylemi- için hem kamu mali politikalarının sağlıklı olması hem de yapısal olarak üretim tarafının ve yatırım ortamının güçlü olması gerekiyor. Aksi takdirde, para politikası tek başına bir “tıkanıklık giderici şırınga” işlevi bile görmez.

Vergi, Harç ve Cezaları Artırmak Bütçe Açığını Yamamaz

Ekonomimizin en büyük ve kronik sorunu bütçe açığıdır. 2025 yılında kamu harcamaları hızla artarken, bütçe açığı 2,2 trilyon TL’yi aştı. Oysa, ekonomi kurmayları bundan bir buçuk yıl önce kamuda tasarruf ve verimlilik paketi açıklamışlardı; alınan kararlara uyulup uyulmadığı herkesin malumu. Hükümet, bu açığını cüzi bir oranda olsa da, kapatmak için doğrudan ve dolaylı vergi oranlarını artırma yoluna gitti. 17 Ekim’de Meclis Plan ve Bütçe Komisyonu’na ilettiği Torba Yasa Teklifi ile getirilen vergi ve harç artışlarıyla ek 250 milyar TL. gelir elde etmeyi hedefliyor. Bu, zaten daralan hane halkının hayatta kalma mücadelesine bir darbe daha vurdu. Ayrıca, uzun vadede kayıt dışılığı da teşvik ediyor. Vergi artışının maliyet kanalından yeni bir fiyat baskısı yarattığını da eklemek gerekir.

Yapısal Reformlar Olmadan Ekonominin Güçlenmesi Mümkün Değil

Türkiye ekonomisinde enflasyonun kalıcı olarak düşürülmesi, para politikası ile sınırlı bir mesele değil. Sorun, üretim, hukuk, yatırım ortamı ve kamu maliyesi arasında dağılmış yapısal eksiklerde yatıyor. İthalata bağımlılık: Ara malı ve enerji ithalatı sürdükçe, döviz kuru oynaklığı fiyatları etkilemeye devam edecek. Hukuk güvenliği; yatırımcı için öngörülebilir bir hukuk sistemi oluşturulmadan, uzun vadeli sermaye girişi mümkün değil. Sosyal güvenlik ve istihdam; iş gücü verimliliğini artıracak reformlar yapılmadan, üretim maliyetlerinin düşmesi beklenemez. Dış borç ve faiz yükü; artan iç ve dış borçlanma, bütçede faiz ödemesi yükünü artırıyor. Bu da kamu harcamalarının üretim artırıcı alanlardan çekilmesine neden oluyor. Kısacası, enflasyonun kök sebebi yapısal, bu da aslen demokratik hukuk ve siyasi süreçlerden kopuşa bağlı. Faiz indirimi veya vergi artışı yalnızca semptomları bastırıyor, hastalığı tedavi etmiyor.

İç Siyaset ve Dış Politika Etkileri

Yaşanan siyasi ve ekonomik istikrarsızlığın dönem dönem dış ticarete yansıyan olumsuz etkileri olmuştu. Türkiye’nin ihracatının neredeyse %50sini gerçekleştirdiği AB ülkeleri ile ticari ilişkilerini korumayı sürdürmek istemesini buradan okumalıyız. Avrupa Birliği 2025 Genişleme Türkiye Raporu’nda Türkiye’nin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarına uymayı reddetmesi gündeme getirildi. Raporda, Türkiye’ye AİHM kararlarına uyması tavsiyesinde bulunurken özellikle Gezi davasından tutuklu iş insanı Osman Kavala’nın serbest bırakılması gerektiğinin altı çizildi. Raporun yayınlanmasına neredeyse eş zamanlı bir tepki geldi. Dün, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) ikinci ihlal ve tahliye kararına itiraz eden Adalet Bakanlığı'nın talebini reddetti. Bunun üzerine, MHP Lideri Devlet Bahçeli "Sayın Selahattin Demirtaş'ın tahliyesi hayırlı olacaktır" ifadelerini kullandı. Bu sürpriz gelişmeyi Türkiye’nin AB ile ilişkileri sıcak tutma çabasından ziyade, kredi notunu pozitife çevirmeye yönelik, kısacası ekonomik ihtiyaçlarla ilişkilendirebileceğimiz kanaatindeyim.

AB’nin diğer tavsiyeleri arasında, Türk yargısının Avrupa standartlarında bağımsız ve tarafsız karar almasının sağlanması için uygun bir siyasal ve yasal ortam yaratılması, AYM kararlarının uygulanması, Hakimler ve Savcılar Kurulu’nun (HSK) yapısının değiştirilmesi de bulunuyor. ‘Dışarıyla iyi geçinmek için’ gelen bu tavsiyeleri dikkate alır gibi görünmek yerine, demokratikleşmenin siyasal, hukuksal ve sosyal alanlarda özümsenerek hayata geçirilmesi konusunda güçlü umudumla birlikte, şüphelerimi de koruyorum.

Bütçe Disiplini ve Güven Sorunu

Artan borçlanma gereksinimi, iç piyasada faiz baskısı yaratırken, dış borçlanma maliyetlerini de yukarı çekiyor. Bütçe açığı kapatılamadıkça, faiz ödemeleri kamu harcamalarının önemli bir bölümünü tüketiyor. Eğer bu eğilim sürerse, kamu maliyesinde faiz dışı fazla vermek neredeyse imkânsız hale gelecek. Bu durum, hem kredi derecelendirme kuruluşlarının değerlendirmelerini olumsuz etkiler hem de yatırımcı güvenini zedeler.

Enflasyonla mücadele, yalnızca fiyat istikrarını değil, aynı zamanda güven istikrarını da gerektirir. Yatırımcının, üreticinin ve tüketicinin ekonomiye güveni tesis edilmeden, hiçbir parasal araç kalıcı sonuç veremez. Ekonominin ihtiyacı, “parasal manevra” değil; üretim, hukuk, yatırım ve mali disiplin ekseninde gerçek bir yeniden yapılanma programıdır. Ancak o zaman enflasyon rakamları değil, ekonominin temeli kalıcı biçimde istikrara kavuşur.

Türkiye’nin şu anki ekonomik durumunda enflasyonu gerçek anlamda düşürmek, üretimin, tarımın, sanayinin, yatırım ortamının ve kamu maliyesinin eşzamanlı olarak güçlendirilmesiyle mümkün. Tarımda maliyetlerin düşürülmesi, sanayide finansmana erişiminin kolaylaştırılması, girdi maliyetlerinin gözetilmesi, ithalata bağımlılığın azaltılması, yatırım ortamının hukuksal ve kurum-bazlı olarak iyileştirilmesi bunların başında geliyor. Ayrıca, bütçe açığının kontrol altında tutulması, dış borç stokunun sürdürülebilir sınırların içerisine çekilmesi ve faiz ödemeleri üzerindeki baskının azaltılması da kritik.

Eğer ekonomi yönetimi siyasi istikrar tesis ederek, yapısal reformları hızla ve kararlılıkla hayata geçirmezse, dezenflasyon hedefi seçmene umut verici bir söylem olmaktan öteye geçemeyecek; uzun vadede güven inşa edilmezse beklenen düşüş süreci duraklayacaktır.

Kısacası, enflasyonla mücadele çok katmanlı bir strateji gerektiriyor; bu stratejide yalnızca para politikası ile enflasyon oranını kontrolde tutmak değil, üretim, yatırım, finansman, kamu maliyesi ve dış dengeler de yer almalı. Ayrıca, bu doğrultuda kamu diplomasisini güçlendirmelidir. Hükümetin yalnızca rakamları düşürmekle sağlanamaz- ekonomiyi daha dirençli, sürdürülebilir ve rekabetçi hale getirmelidir. Eğer bu adımlar atılmazsa, mevcut oranlar düşse bile orta-vadede yeniden yükselme ve dalgalı seyretme riskini taşıdığını düşünüyorum.

Belki size ütopik gelebilir ama, hükümetin enflasyonla mücadeleyi bir beka sorunu olarak görmesi ve muhalefeti de, halkı da bu mücadeleye çekmelidir. Bunun gerçekleşebilmesi için, TÜİK’in enflasyon oranının belirlerken baz aldığı kalemleri ve fiyatları ‘gerçekçi’ bir çerçevede değerlendirerek, halkın güvenini kazanmalıdır. Ayrıca, hükümet siyasi kutuplaşmayı ve tansiyonu düşürecek adımlar atmalı, muhalefete kendi seçmeninin bile inanmadığı suçlamalar yöneltmekten kaçınmalı, yargı bağımsızlığını güçlendirmek amacıyla siyasi etkilerden arındırmalıdır. Şimdi gözler 7 Kasım’da açıklanacak 4.Enflasyon Raporu’nda…

05.11.2025