Murat Parıltı Siyaset Bilimi Uzmanı
Kasvetli bir gün…
Önce sizlere Ata-türk-iye’nin zaferlerini ayrıntılı biçimde anlatmayı düşünmüştüm, ama hiç içimden gelmedi. Sizlerle tarihsel siyasi ve ekonomik analizler yapmak yerine, samimi duygularımı paylaşmak istedim. Türk milletinin yetiştirdiği en güzel insanın üzerimizde bıraktığı derin etkiye değinmek istiyorum.
Dilerseniz, hadi hep birlikte, o günlere kısa bir yolculuk yapalım…
Atatürk’ün attığı temellerin çok sağlam ve evrensel bir karakteri vardı. Onun devrimleri, bağımsızlığını yeni kazanmış bir devletin kuruluş esasları olmanın ötesine geçen, Türk milletinin kendi vatan toprağında sadece ‘var olmakla’ yetinmeyeceğinin, ekonomik ve sosyal kalkınma hedefleri doğrultusunda ‘dağlarında çiçekler açtıracağının’, muasırlaşacağının, yani çağı, önce yakalayıp, bir sonraki etapta diğer uluslara öncülük edeceğinin fermanı olmuştu.
Bir ulusun, akılla, alın terini bir araya getirip üreterek yeniden doğabileceğine olan o inancın sesi bugün hâlâ içimizde olsa da, sanki arka planda kalmış bir ezgi gibi, duyuluyor, ama artık kimse o sesin tam olarak nereden geldiğini bilmiyor. Asaletimiz ve gücümüz yerinde, sadece ruhen çok yorgunuz. Tadımız yok, sesimiz kısık...
**********
Cumhuriyet’in ilk kuşakları, savaşın yıkıntısından kalkıp bir ülke inşa etti. Ama bu inşa betonla değil, kurumsal yapılanmayla başladı. 1924’te Eğitim Birliği Kanunu’yla cehalete karşı savaş başladı; 1930’larda planlı ekonomi dönemi başlatıldı; Sümerbank, Etibank, Şeker Fabrikaları, SEKA, Paşabahçe, Karabük Demir-Çelik gibi toplam 46 fabrika kuruldu. O fabrikalarda, yalnızca emtia değil, azim ve özgüven üretildi. Yokluk içinde milletin dişinden tırnağından artırdığıyla kuruldular. Dirilişin simgesiydi o fabrikalar...
Millete ait olan o eserlerin çoğu son yirmi yılda ya satıldı ya da kapatıldı. Yerlerinde kulakları sağır eden bir sessizlik var. Bu sessizlik aslında bir yokluğun sesi: üretmeyen, planlamayan, düşünmeyen bir yönetimsizliğin sessizliği. Oysa bir fabrika açıldığında sadece işçiler değil, bütün kasaba toplanırdı. Çünkü açılan her fabrikada yeni bir yaşam hikayesi başlardı.
**********
Onun yaktığı ateşin adı Türk Rönesans’ıydı.
Eğitimde de aynı irade ve hedefler söz konusuydu. Harf Devrimi’nden sonra açılan millet mektepleri, Köy Enstitüleri, Halkevleri… Hepsi bir aydınlanma zincirinin halkalarıydı.
Atatürk, yalnızca öğretmenleri değil, fikirleri özgürleştirmek istiyordu, ve o yüzden yüzlerce öğrenciyi yurtdışına gönderdi: mühendis, hukukçu, doktor, sanatçı… Dönüp bu ülkenin ilk profesörleri, mimarları, yöneticileri oldular.
Bugün hâlâ o öğrencilerin kurduğu kurumlarda çalışıyoruz, ama onların ruhu orada değil artık. Çünkü bugünün gençleri, aynı imkânla değil, aynı inançla da yola çıkmıyor.
Tarım da bir uygarlık meselesiydi. Ziraat Bankası, Toprak Mahsulleri Ofisi, Tarım Kredi Kooperatifleri — hepsi üreticiyi korumak için kuruldu. Devlet çiftçiyi piyasanın insafına bırakmazdı. Bugün ise köyler boşalıyor, topraklar satılıyor, çiftçi borç içinde.
Artık çiftçi sabah tarlasına değil, kredi borcuna uyanıyor.
Bir ülke üretimden uzaklaştığında, aslında kendi geleceğini de ithal etmeye başlar.
*********
Atatürk’ün kurduğu sistemin en belirgin özelliği, devletin kurumsal ciddiyetiydi.
Devlet, kişilere değil, kurallara dayanıyordu.
Sayıştay hesap sorar, Meclis denetler, Merkez Bankası karar alırken siyasetin gölgesine bakmazdı. Bir devlet adamı görevden ayrıldığında, arkasında düzenli bir arşiv, hesap verebilir bir iz bırakırdı. Bugün o ciddiyetin yerini keyfilik ve sorumsuzluk aldı.
Kurumlar var ama kimseye güven vermiyor.
Kanunlar yazılı ama uygulanmıyor.
**********
Devlet makamı tasavvurunu da hatırlayalım mı?
Atatürk’ün sahip olduğu bir taht yoktu ki, onu bırakacağı biri olsun… Onun tahtı milletinin sinesindeydi. Bu sebeptendir ki, kendisinden sonra ülkeyi kimin yöneteceği üzerine hiç kimseyi tayin ya da işaret etmemiş, milletin bir kuruşunu dahi bir şahsa devretmemiş, milletin gelecekte alacağı hiçbir karara dolaylı biçimde bile etki etmemişti. Geriye vesayet bırakmamıştı.
**********
Cumhuriyet’in ilk yıllarında her şey eksikti, ama idealleri ve ölçütleri vardı.
Bugün görünürde çok şey var, ama ideal ve ölçütler kayboldu.
O yıllarda azla çok şey yapılırken, bugün çokla az şey yapılabiliyor.
Ve belki de en acı olan şu:
Artık kimse “ülke nereye gidiyor” diye sormuyor, çünkü nereye götürülmek istenildiğini geç olsa da, herkes anladı.
Patenti Türk milletine ait olan Cumhuriyet Mimarı’nın asil mührü silinmedi.
Bir köy okulunun kapısında hâlâ eski bir tabelada ‘Cumhuriyet İlkokulu’ yazıyor.
Bir öğretmen hâlâ çocuklara akıl ve bilimi anlatıyor.
Bir genç hâlâ başka bir ülkede okuma hayali kurarken, “dönüp ülkeme faydam olur mu?” diye içinden geçiriyor. Cumhuriyet’in ateşi tamamen sönmedi; karşı devrim rüzgarın sadece yönünü değiştirdi. Karalar bağlamak yok! Biz bu fasılayı da kendimizi yenilemek, güncellenmek için bir fırsata çevirmesini biliriz.
**********
Belki de, bugün 1938’de bıraktığımız yerden yeniden başlamamız gerekiyor. Yani, Atatürk’le el ele çıktığımız yola, O’nun bıraktığı yerden devam etmek… Çünkü o, bu ülkeyi kendine hayran bırakmak için değil, milletçe bir arada, refah ve barış içinde yaşama hayaliyle kurdu. Biz ise yıllardır onun mirasına bakıp duygulanıyoruz, ama onun varoluş felsefesini hatırlamamız ve yaşamın her alanına aktarmamız gerekiyor.
Aşındırılan kurumsal norm ve değerleri onarmak, devlet yönetiminde asaleti, ağırbaşlı nezaketi ve en önemlisi, liyakati geri getirmek, eğitimi ideolojiden değil, bilimden beslemek…
Bugün 10 Kasım’da, Ata’mızı anmakla yetinmemek gerekiyor.
Ona duyulan saygının en samimi hali, geçmişe methiyeler düzmek yerine;
Ata’mıza “Geçmiş değil, bugün gibi, yaşıyoruz hala seni…” diyebilmemizdir.
Atatürk’ün Türkiye’si mazide kalmış değil, üzeri küllenmiş kor gibi, ruhu aynı yerinde duruyor.
Biz sadece oraya dönüp bakmayı bıraktık, ama işte şimdi o bakışı geri kazanma ve yarım kalmış şarkıyı tamamlama zamanı.
Atatürk ölmedi, çünkü FİKİRLER ÖLMEZ! O, milletin sinesinde istirahat ediyor.
Sonsuz saygı, şükran ve aşkla…
10.11.2025