CUMHURİYET YEMİNİ
Her 29 Ekim’de olduğu gibi, bayramımızı dün yine Cumhuriyetin görkemine yaraşır biçimde kutladık; balkonlara bayraklarımızı astık.
Çocuklar ellerinde kırmız balonlarla neşe içinde sokaklara çıktı; meydanlar resmi geçitlerde, fener alaylarında caddeler marşlarla yankılandı. Hepsi oldukça büyüleyici ve gurur vericiydi, fakat bir soruyu sormadan da edemedim: Cumhuriyet Bayramı’nı kutlamak, sadece şanlı bir geçmişi anmak mıdır? Yoksa, ülkeyi yönetenlerin bugün hâlâ o büyük ideali ve sorumluluğu taşıyıp taşımadığını sorgulamak mıdır? Ben, her Cumhuriyet Bayramı’nı ulus olarak içine hapsedildiğimiz güncel somut gerçeklikle yüzleşmek ve Cumhuriyet’in kurucu değeler kümesini yeniden ihya etmek için bir başlangıç fırsatı olarak değerlendirmemiz gerektiğini düşünüyorum. Mitolojik dünyamızdan uzaklaşıp, ruhumuzu acıtan resme bakıp, tam ‘kurtuluş’ yolunda attığımız adımlara yeni bir soluk ve ivme katmalıyız.
Öncelikle, şunu hatırlamakta yarar var; Cumhuriyet ilan ettiren zaruret neydi? Ulu Önder’imizin Cumhuriyet idealinin satır arasında hangi hedefler vardı? Biliyorsunuz ki, Atatürk ve silah arkadaşları, bu topraklarda emperyalist işgale karşı sadece bir zafer kazanmadılar; aynı zamanda bir zihniyet devrimi yaptılar. “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” ibaresi, yalnızca bir anayasa maddesi değil, yüzyılların alışkanlıklarına ve mutlakiyete boyun eğmeye karşı bir başkaldırıydı. Atatürk, yönetim biçimini değiştirmeyi, Türk tarihinde Osmanlı’nın çöküşünden boşalan otoritenin yerini doldurmak için mi istemişti? Kesinlikle hayır; çünkü tarih, iktidarın el değiştirmesine değil, küllerinden doğan bir ulusun yepyeni bir devlet inşa edişine tanık olmaktaydı.
Ata’mızın ülküsü, yeni devletin ‘ilelebet payidar’ kalabilmesiydi, bunun için, sağlam temeller üzerine oturtulması şarttı. Atatürk, yönetim erkinin yapısal karakterinin ve varoluş felsefesinin de devrimci bir cesaretle dönüştürülmesi gerektiğinden kuşku duymuyordu. Bu yüzden, ‘hürriyet projesini’ Cumhuriyetin ilanından çok önce, 23 Nisan 1920’de başlatmıştı; bu minvalde, erki, hanedandan devletin gerçek sahibi olan millete teslim etmişti. Bu süreç, kurtuluştan kuruluşa kadar uzanacak bir süreçti. Cumhuriyeti ilan ederek, bir halkı yüzyıllar süren ‘tebaa’ kimliğinden ‘devleti yönetmek için iradesine başvurulan özne’ olma mertebesine terfi ettirmiş ve süreci tamamlamıştı.
Peki, bugün “Egemenlik kayıtsız şartsız millete aittir” sözünü tekrar ederken içimizdeki yankısı hâlâ aynı güçte mi?
Cumhuriyet’in kuruluş felsefesi, bireyin özgür iradesine dayanıyordu. Atatürk’ün “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller” idealinin özü buydu. Fakat bugün, düşünmenin, sorgulamanın, eleştirmenin bedelinin bu kadar ağır olduğu bir dönemde, hâlâ ‘hür’ olduğumuzu söyleyebilir miyiz? Basının ve aydınların susturulduğu, akademinin sindirildiği, sanatın cezalandırıldığı, hatta günlük hayatın üzerindeki görünmez baskı halkalarının halkın iradesini rehin aldığı bir dönemdeyiz.
Atatürk’ün Cumhuriyet vizyonunda, kuvvetler ayrılığına dayalı kurumsal bir devlet modeli vardı. Bu nosyon, devlet kurumlarını kişisel menfaatleri doğrultusunda araçsallaştıracak olanlara karşı, devletin alî menfaatlerini korumayı hedefliyordu. Cumhuriyetin fazileti ise, "kimsesizlerin kimsesi" olmasındaydı. Kadın ve erkek, zengin olan ve olmayan, köylü ve kentli aynı oy hakkına ve eşit vatandaşlık onuruna sahip olacaktı. Bugüne gelindiğinde ise toplumsal eşitsizliklerin, yoksulluğun, kutuplaşmanın, adaletsizliklerin bu kadar derinleştiği bir dönemde, Cumhuriyet’in özü olan eşitlik ideali, bir nostaljiye dönüşme tehlikesiyle karşı karşıya…
Cumhuriyet’in ilk yıllarında yapılan devrimler, sadece devlet yapısını değiştirmedi, aynı zamanda, ulusa yurttaşlık bilincini yerleştirdi. Eğitim, kadın hakları, hukuk reformu, laiklik... Bunların her biri, birer ‘medeniyet sıçramasıydı.’ Bugün, bu kazanımları korumak bile başlı başına bir mücadeleye dönüştü. Laikliğin, hukukun üstünlüğünü, eğitimin kamusal değerini tekrar tekrar hatırlatmak zorunda kalıyoruz. Bu bile aslında ne kadar geriye savrulduğumuzu gösteriyor.
Bir ülke, geçmişine ne kadar bağlıysa, geleceğine de o kadar umutla bakar. Fakat bağlılık, körü körüne bir bağlılık değildir. Atatürk’ün en büyük mirası, dogmalardan azade, akıl tarafından üretilen bilimdir; sorgulama yetisidir. Bu yüzden Cumhuriyet’in gerçek savunucuları, kavramın içini boşaltanlar değil; taşıdığı değerleri yaşatmak için cesaretle eleştirenlerdir. Sessiz kalmak, umursamazlık, korku; Cumhuriyet’in en büyük düşmanlarıdır.
Atatürk, Cumhuriyet’i gençliğe emanet ederken bir nesle değil, bir fikre emanet etmişti. O fikir; bağımsızlık, akılcılık ve halk iradesi üzerine kurulu bir toplumsal sözleşmedir. Bugün bu üç sütunun her biri sarsılıyor. Ekonomik bağımsızlığımızı kaybettiğimizde siyasi bağımsızlığımız da zayıflar. Akıl yerine dogmalarla, liyakat yerine sadakatle yönetmek, Cumhuriyet’in varoluş amacına aykırı hareket etmektedir. Halk iradesi, yalnızca sandıkta değil; ifade özgürlüğünde, örgütlenme hakkında, adil yargıda anlam bulur.
Bugün yapılması gereken şey, Cumhuriyet’in kurucu değerlerine nostaljik bir özlemle bakmak değil; o değerleri bugünün gerçekleriyle yeniden üretmektir. Daha adil bir ekonomi, daha özgür bir basın, daha katılımcı bir demokrasi, daha nitelikli bir eğitim sistemini yeniden tesis etmektir. Bunların hepsi Cumhuriyet’in ruhuna özgüdür. Çünkü Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet, tamamlanmış bir yapı değil, durmaksızın ilerleyen bir devrim projesiydi.
Şimdi bize düşen, Atatürk devrimlerinin ve cumhuriyet projenin yarım kalmamasını sağlamak. Cumhuriyet’i sadece sevmek yetmez; onu savunmak, geliştirmek, yenilemek gerekir. Bunun için de cesaret gerekir. Çünkü Cumhuriyet cesurların eseridir. Ve eğer bir gün bu ülkenin çocukları özgürce düşünebiliyorsa, kız çocukları eğitim hakkını kullanabiliyorsa, bir işçi hakkını arayabiliyorsa, bir sanatçı özgürce konuşabiliyorsa, işte o zaman Cumhuriyet gerçekten yaşıyor demektir.
Cumhuriyet, sadece törenlerde, marşlarda, nutuklarda var olmamalı. O, adliyede adaletle, okulda bilimle, fabrikada emekle, evde huzurla yaşamalı. Yoksa kutlamalar, sadece sembollere dönüşür. Oysa semboller, anlamını yaşanmadığı sürece yitirir.
Bu nedenle bugün, Cumhuriyet Bayramı’nı kutlamak demek; sadece geçmişi selamlamak değil, ‘geleceğe dair bir sorumluluk yemini etmek’ demektir. Bu yeminin içinde; akla, bilime, adalete, özgürlüğe, eşitliğe inanç olmalıdır. Belki de en önemlisi, bu yeminde bir halkın kendi kaderini tayin etme iradesine duyulan sonsuz güven vardır.
Yaşasın Tam Bağımsızlık, Yaşasın Cumhuriyet !