Felsefenin kadim metinlerinde bir söylence vardır: Tanrı, insanı yarattıktan sonra ona yalnızca yirmi beş yıl ömür biçmiş. İnsan ağlamış, sızlamış; “Bu kadar az zamanda ne yaşayabilirim ki?” demiş. Haklıydı da… Daha yarısı uykuda geçecek, kalanı çocuklukla harcanacaktı. O da başlamış yalvarmaya: “Tanrım, şu hayvanların ömründen bana biraz ver!” Yanında altı tanık varmış: tırtıl, kelebek, tavus, beygir, tilki ve maymun. Tanrı insanın bu yalvarmasına acımış ve kabul etmiş ama şartla: “İnsan, bu hayvanların ömrünü kendi hayatında tek tek yaşayacak.” O yüzden yeni doğan bebek tırtıl gibi sürünür, çocukken kelebek gibi uçar, gençken tavus gibi kabarır, yetişkin olunca beygir gibi yük çeker, orta yaşta tilki gibi kurnazlaşır, yaşlılığında ise maymun gibi çirkinleşir ama hâlâ oyunbaz kalır.

Bugün modern insan hâlâ aynı döngüyü yaşar, sadece dekor değişmiştir. Artık tırtıl gibi süründüğümüz yer beşik değil, bebek arabası markasıdır. Kelebek gibi uçtuğumuz çağda elimizde kelebek değil, akıllı telefon vardır. Tavus misali gösterişli gençlik devrinde sosyal medya pozları tüylerimizdir. Beygirlik yıllar geldi mi, sabah işe, akşam eve; kredi taksitleri, kira yükü, faturalar...

Tilki dönemi başlar sonra; çocuğun okul taksitiyle vergi dairesi arasında ince planlar yaparız. Maymun çağına vardığımızda, torunlar “dede şunu bir daha anlat” dedikçe, biz hâlâ kahkaha atarız; çünkü hayatın sırrını o zaman anlarız: Hepimiz birer hayvanın ömrünü oynuyoruz, sadece sahnemiz değişik. Belki de Tanrı, insanı cezalandırmadı; sadece ona bir tiyatro rolü verdi. Tırtıl olmayı da, tavus olmayı da, maymun olmayı da becerebilirsek, hayat dediğimiz bu kısa oyun hem felsefî hem komik olur.