Bizim yaş grubu, geçmişten özlemle bahsediyor, çünkü herşey doğal, insanlar samimi, esnaf hile bilmez, çocuklar sevgi ve mutluluk içinde, aynı zamanda oyuncağını kendi yapar oyununu kendi yaratır, ekran karşısında değil sokakta, bağda bahçede vakit geçiren,tehlikeden uzaktan huzurlu bir nesildi.
65 yaş üstü maaş alanlar, şekeri çuvalla, yağı da 10 kiloluk tenekeyle alırdı. "Şeker bitecek" korkusu değil, "şekersiz kalırsak ayıp olur" telaşı vardı.
Manavdan bir karpuz almak ayıp sayılırdı; "Ya biri kötü çıkarsa?" diye düşünülür, iki karpuz kapılırdı.Çay içmek bir ikram değil, neredeyse ulusal bir görevdi. Gelen-geçene "Bir çay içer misin?" demeden sohbet başlatılmazdı.
Pazara gidilince mevsim sebzeleri en az birer kilo alınır, pazar arabası üst üste bindirilmiş sebzelerle hınca hınç dolardı. O zamanlar pazar arabası kullanmak değil, kullanmamak tuhaf karşılanırdı.
Kıyma kiloyla alınır, kuşbaşı ve biftek ayda bir sofraya gelir, cebimizi yakmazdı. Hele bir de ay sonunda bir mangal organize edilip pikniğe gidildiyse, hayat tamamlanmış sayılırdı. Bahçeler düzenli sulanır, halılar evin balkonunda köpük köpük yıkanır, bulaşık yıkarken su musluktan şarıl şarıl akardı. "Aman su tasarrufu yapalım" diyen olsa, “Musluğu aç oğlum, elin kaygan olur” diye azar işitirdi.
Ev kiralamak kolay, kiralar makul, emekli olmak da neredeyse "ev sahibi olma töreni" gibiydi. Birikimin varsa, bir de araban olurdu — hem de sıfır kilometre! Meyve kiloyla alınırdı; tek tek elma seçmek diye bir şey yoktu, kasa kasa yüklenilirdi. Eve gelen misafire armut seçtirme gibi bir lüksümüz yoktu, armut geldiği gibi ikram edilirdi.
Okul malzemeleri alınırken çocuklardan çok anneler heyecanlanırdı. Defterler kiloyla alınır, kalemler torbayla evde yer bulamazdı. Bayramlık almak çocukların hakkıydı; her bayram öncesi yeni ayakkabı alınır, giyilmesi için bayram sabahı beklenirdi. Çocuk, yeni ayakkabıyla adeta yerden iki santim yukarıda yürürdü.
Acıkınca sokakta dönerciden ekmek arası döner yenirdi; hem karnı doyurur, hem cebi boşaltmazdı. Öğrencinin, işçinin, bekârın en sağlam dostu oydu. Ayda birkaç kez çorbacıya ya da kebapçıya gitmek, bütçede deprem etkisi yaratmazdı. Çorbanın tadı da cebin şişkinliği gibi yerindeydi. Her yaz mutlaka memlekete gidilirdi.
Otobüs biletleri makuldu, yol uzun olsa da sabır vardı. Zaten memlekette yenen köy ekmeği ve taze peynir tüm yorgunluğu alırdı. Hastalanınca hastane kapısında beklemek diye bir şey olmazdı. Randevu sistemi mi? Ne randevusu? Gider, sıra alır, muayene olurduk. İlaç desen... Raflarda bulunurdu, üstelik cebimizdeki son kuruşa göz dikmezdi. Ve en güzeli... Hayat böyle yaşanırken kimse kendini "yetemedim" diye ezik hissetmezdi. Çünkü zaten "yetiyordu". *(birkaç kaynaktan faydalanmıştır)