29 Ekim 1923… Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde alınan o karar, bir ülkenin kaderini değiştirdi. Artık bu topraklarda padişahın değil, halkın sözü geçecekti. Yönetim biçimi “cumhuriyet” olarak ilan edildi ve ilk Cumhurbaşkanı olarak Mustafa Kemal Atatürk seçildi.

Bu karar, sadece bir yönetim değişikliği değil, bir zihniyet devrimiydi.

Yüzyıllarca süren monarşinin yerini halk egemenliği aldı.

“Milletin kaderini milletin kendisi belirler” anlayışı, o gün resmiyet kazandı.

Cumhuriyet’in ilanından önceki süreç, aslında bir yeniden doğuşun hikayesiydi.

23 Nisan 1920’de Meclis açılmış, ulusal egemenlik ilkesiyle yeni bir dönem başlamıştı.

24 Temmuz 1923’te Lozan Antlaşması’yla tam bağımsızlık kazanılmış, 13 Ekim’de Ankara başkent ilan edilmişti.

Ve nihayet 29 Ekim 1923’te, bu temellerin üzerine yepyeni bir devlet biçimi kuruldu.

Cumhuriyet, kadınıyla erkeğiyle, köylüsüyle kentlisiyle, bu ülkenin tüm insanlarına eşit haklar tanıdı.

Kadınlar seçme ve seçilme hakkına kavuştu, eğitim herkesin hakkı oldu, adalet halkın adına işlemeye başladı.

Bir millet, yeniden ayağa kalktı.

Eğer özgürlüğü, bilimi, eşitliği, adaleti savunuyorsak; Cumhuriyet hâlâ nefes alıyor demektir.

Ama suskunluk yayılıyorsa, liyakat unutuluyorsa, emek değersizleşiyorsa; o zaman Cumhuriyet’in ruhunu tam koruyamıyoruz demektir.

29 Ekim bir bayramdır, evet.

Ama aynı zamanda bir hatırlatmadır.

Geçmişin bedelini, bugünün değerini, geleceğin sorumluluğunu hatırlatır.

Bugün coşkuyla kutluyoruz, meydanlar dolu, marşlar dillerde.

Ama yarın da aynı bilinçle hareket edebiliyor muyuz?

Atatürk’ün “Benim en büyük eserim Cumhuriyet’tir” sözündeki anlamı ne kadar içselleştirebiliyoruz?

Cumhuriyet, sadece bir yönetim biçimi değil; düşünme biçimidir.

Bir halkın kendi kaderini eline almasının adıdır.

Ve her nesil onu yeniden inşa etmek zorundadır.

Bugün 102 yaşında bir Cumhuriyetimiz var.

Ama asıl mesele şu:

Biz Cumhuriyetin yaşını büyütebiliyor muyuz,

yoksa sadece yılını mı kutluyoruz?