Gün içinde şöyle bir etrafa bakıyorum…
Herkesin yüzünde aynı ifade: telaş, yorgunluk, yetişememe hissi.
Ama garip bir şey var; hepimiz koşturuyoruz da sanki kimse bir yere varmıyor.
Bazen düşünüyorum, acaba gerçekten çok işimiz olduğu için mi bu kadar yorulduk, yoksa zihnimiz mi hiç dinlenemediği için? Çünkü günümüzün çoğu, fark etmeden sürdüğümüz bir trafik gibi geçiyor. Bir bildirim çalıyor, bir mail geliyor, bir şey yetişiyor, başka bir şey geri kalıyor. Ve sonunda şöyle iç çeken bir cümle patlıyor: “Bittim.”
Ama işin tuhafı, yatınca da rahatlamıyoruz.
Çünkü zihin durmuyor.
Belki de sorunun kökü, sürekli “daha fazlasını” istememiz. Daha çok iş, daha çok hedef, daha çok hız… Ama bunun karşılığı olarak daha çok huzur değil, daha çok yorgunluk geliyor. Gönlümüz sakinlik isterken hayat tempomuzu iyice sıkıştırıyor.
Bir de şu var: Kendimize vakit ayırınca suçlu hissediyoruz.
Sanki 10 dakika nefes alınca dünyaya ihanet etmişiz gibi.
Halbuki şöyle bir durmanın da hakkımız olduğunu unuttuk.
En çok da içimizdeki “yetişme zorunluluğu” bizi çökertiyor.
Bir yere geç kalınca hayat bitecekmiş gibi panikliyoruz.
Bir şey eksik olunca “mahvolduk” diyoruz.
Oysa belki de hiçbiri o kadar hayati değil.
İnsanın ruhu da beden gibi yoruluyor aslında.
Ama ruh için mola alan yok.
Çay molası var, iş molası var, yol molası var…
Ruh molası yok.
Bazı günler sadece durup bir nefes almak bile yetiyor insana.
Hatta bazen hiçbir şey yapmamak da bir iştir.
Sadece hayatta kalmak bile başarıdır bazı zamanlar.
Belki bu yüzden, artık kendimize şöyle dememiz gerekiyor:
“Biraz yavaşla. Dünya seni bekler.”
Çünkü inan bana, dünya gerçekten bekliyor.
Biz hızlandıkça zaman hızlanmıyor, sadece biz kendimizi kaybediyoruz.
Ve bu makaleyi okuyan her kim varsa şunu bilsin;
Yorulmanız normal.
Ama durmanız da normal.
Kimse sizden mucize beklemiyor.
Bir de siz kendinizden beklemeyin.