Her sabah uyanır uyanmaz telefona uzanıyoruz. Bir kaza, bir cinayet, bir istismar iddiası… Başlığın altına bakıyoruz, iki satır okuyoruz, iç çekip aşağı kaydırıyoruz. Sonra kahvemiz soğumadan hayat devam ediyor. Asıl tehlike tam da burada başlıyor.

Artık şaşırmıyoruz.
Bu cümle bile tek başına bir alarm aslında. Bir zamanlar sokakta birinin başına gelen felaket tüm mahalleyi ayağa kaldırırdı. Şimdi aynı olay, ekranın köşesinde küçük bir bildirim. Kanıksadık. Alıştık. Normal sandık. Oysa hiçbirisi normal değil.

Bir genç trafik kazasında hayatını kaybediyor, “yine mi?” diyoruz.
Bir kadın öldürülüyor, “sayılar arttı” diye konuşuyoruz.
Bir çocuk istismara uğruyor, “soruşturma başlatıldı” cümlesiyle yetiniyoruz.

Acının dili istatistiğe dönüştü. Vicdan ise sessizliğe.

Bu ülkede haber çok. Gerçekten çok. Ama haberin ağırlığını taşıyacak kadar vicdanımız kaldı mı, ondan emin değilim. Çünkü bir şeyin sürekli tekrarlanması, onu kabul edilebilir kılmıyor; sadece duyarsızlaştırıyor. Biz de tam olarak bunu yapıyoruz: Duyarsızlaşıyoruz.

Sorun sadece olan biten değil. Sorun, olan bitene verdiğimiz tepkiler.

Bir zamanlar “Bu nasıl olur?” dediğimiz şeylere şimdi “oluyor işte” diyoruz. Bu cümle, toplum olarak geldiğimiz noktayı o kadar iyi özetliyor ki… Oluyor işte. Sanki doğal bir afetmiş gibi. Sanki kader. Sanki elimizden hiçbir şey gelmezmiş gibi.

Oysa her normal sayılan kötülük, bir sonrakinin yolunu açıyor. Bir de konuşanlar var. Yazmaya devam edenler. Görüp susmayanlar.

Onlar için de başka bir olağanlık üretildi: Gazetecilerin gözaltına alınması.

Bir haber yaptığı için, bir paylaşımda bulunduğu için, bir fotoğraf çektiği için sabaha karşı kapısı çalınan gazeteciler artık kimseyi şaşırtmıyor. “İfade için” deniliyor, “soruşturma kapsamında” deniliyor. Ama herkes biliyor ki verilen mesaj başka: Yaz, ama fazla ileri gitme.

Asıl tehlike burada. Buna da alışıyor olmamızda.

Bir gazeteci gözaltına alındığında kısa süreli bir gündem oluyor. Birkaç paylaşım, birkaç tepki, sonra yine sessizlik. Oysa gazetecinin susturulduğu yerde toplumun sesi kısılır. Haber susarsa, gerçek karanlıkta kalır.

Bugün gazeteciler gözaltına alınıyorsa, yarın sorular da gözaltına alınır.
Eleştiri de. İtiraz da. Vicdan da.

Sessizlik de taraf olmaktır. Görmezden gelmek de. “Beni ilgilendirmiyor” demek de. Bugün başkasının başına gelen, yarın başka bir başlıkla karşımıza çıkar. Değişen sadece isimlerdir. Acının şekli aynı kalır.

Gazeteci olarak en zor şey, alışmamaktır. İlk kez böyle bir haberi yazarken elim titremişti. Şimdi klavyem hızlı, cümleler hazır. Bundan korkuyorum. Çünkü alışmak, mesleğin gereği değil; sistemin başarısıdır.

Biz neyi normalleştirdik?

İnsan hayatının ucuzluğunu.
Adaletin gecikmesini.
Gazetecilerin susturulmasını.
Ve en tehlikelisi, “bana dokunmayan yılan” rahatlığını.

Toplumlar bir anda çökmez. Yavaş yavaş susar. Önce şaşırmaz, sonra sorgulamaz, en sonunda da kabullenir. Bugün tam bu eşikteyiz.

Belki artık şu soruyu yüksek sesle sorma zamanı:
Gerçekten bu kadar mı alıştık? Yoksa vicdanımızı mı kaybettik?

Cevabı zor. Ama bildiğim bir şey var: Normal sandığımız her kötülük, bizi biraz daha eksiltiyor. Ve biz eksildikçe, haberler çoğalıyor.

Haber çok.
Vicdan az.