Bugün memlekette neyin gerçekten yaşandığını anlamak zor.
Çünkü gerçek konuşmuyor, algı bağırıyor.
Bir olay oluyor; daha ne olduğu anlaşılmadan etiketler açılıyor, taraflar belirleniyor, hüküm veriliyor. Bilgi değil hız kazanıyor. Hakikat değil, daha çok etkileşim alan anlatı dolaşıma giriyor. Gürültü büyüdükçe gerçek geri çekiliyor.
Gündeme bakın:
Bir iddia, bir manşet, bir cümle…
Ardından binlerce yorum.
Ama belge yok, bağlam yok, sakinlik hiç yok.
Artık mesele “ne oldu?” değil.
Mesele “kime yaradı?” ve “nasıl servis edildi?”
Algı dediğimiz şey tam da burada devreye giriyor. Gerçeği çarpıtmaya bile gerek yok; sadece yüksek sesle başka bir şey söylemek yeterli. İnsanlar yorgun. Kimse uzun metin okumuyor, kimse araştırmıyor. İlk duyduğuna inanıyor, çünkü düşünmek de bir emek istiyor.
Bu yüzden gerçek sessiz.
Çünkü kanıt ister, zaman ister, sabır ister.
Algı ise bağırır, keser, seçer, hızlanır.
En tehlikelisi de şu:
Algı sadece iktidarların ya da büyük yapıların silahı değil artık. Hepimizin elinde. Bir paylaşım, bir cümle, bir ima… Farkında olmadan biz de bu gürültünün parçası oluyoruz. Yanlış bilgi yayılıyor ama kimse “dur” demiyor. Çünkü durmak, kalabalığın dışına çıkmak demek.
Bugün birinin itibarı bir günde yerle bir edilebiliyor.
Bir kurum, bir insan, bir olay…
Sonra gerçek ortaya çıksa bile kimse duymuyor.
Çünkü algı işini çoktan bitirmiş oluyor.
İşte bu yüzden bu çağda en zor şey bağırmak değil; susup doğruyu aramak.
Gerçeği savunmak artık cesaret istiyor.
Kalabalığa kapılmamak, acele hüküm vermemek, “bir dakika” diyebilmek… Bunlar devrimci davranışlar hâline geldi.
Belki de kendimize sormamız gereken soru şu:
Biz gerçeğin tarafında mıyız, yoksa gürültünün mi?
Çünkü bu düzende gerçek hep sessiz kalacak.
Ama onu duymak isteyenler için hâlâ orada.
Mesele, kulaklarımızı gürültüden çekip
hakikate dönmeye cesaret edip etmemek.