Murat Parıltı Siyaset Bilimi Uzmanı
Bugün 3 Aralık Dünya Engelliler Günü… Takvimde bir gün ayrıldı diye sorunların çözüldüğünü zannedilmesini bekliyoruz. Sosyal medyada birkaç iyi niyet mesajı, belediyelerin düzenlediği bir iki etkinlik, toplumsal vicdanımızı bir günlüğüne rahatlatıyor. Ertesi gün ise her şey olduğu gibi devam ediyor. Oysa bu ülkede nüfusun %12,34’ü engelli bireylerden oluşuyor. Yani mesele bir ‘azınlık’ meselesi bile değil; bu toplumun büyük bir parçası söz konusu.
Veriler bize şunu söylüyor: Nüfusun %1,4’ü görme engelli, %7,97’si işitme engelli, %2,58’i ortopedik engelli, %0,8’i ise zihinsel engelli. Ancak bu verilerin ardında dev bir görünmezlik var. Çünkü görmeyen, işitmeyen biziz. Onları hayatın doğal akışı içinde göremediğimiz için, sanki yokmuşlar gibi davranıyoruz.
Devletin 2025 yılı bütçesinde engellilere ayrılan pay 192 milyar 206 milyon TL. Bu, toplam bütçenin sadece %1,2’si. Kalemlerin dağılımına baktığımızda; evde bakım desteği 70 milyar TL, özel eğitim ve toplumsal katılım desteği 47 milyar TL, eğitim desteği ise yine 47 milyar TL olarak belirlenmiş. Rakamlar ilk bakışta büyük gibi görünebilir fakat sahaya indiğinizde tablo çok farklı: Ne bu kaynaklar yeterli ne de verimli kullanılabiliyor. Çünkü süreçlerin hiçbir aşamasında engelli bireyler ve aileleri yok. Yıllardır bu alanda emek veren STK’ların deneyimleri ve önerileri yok sayılıyor. Masada olmayan insanların hayatını iyileştiremezsiniz.
Sosyal adalet ancak engellileri dezavantajlı grup olmaktan çıkarabildiğimiz gün sağlanacak. Bugün Türkiye’de engelli bireyler için bütüncül, sürdürülebilir bir sosyal politika hâlâ yok.
Sayılar tartışmalı olsa da, ülkemizde en az 550 bin Otizmli, 70bin Down Sendromlu birey yaşadığı tahmin ediliyor. Serebral palsili bireylerin sayısını ise tam olarak bilmiyoruz. Bu bile başlı başına bir sorun: Bir topluluğun sayısını kesin olarak bilmeden, ihtiyaçlarını öteleyerek nasıl politika geliştirilebilir? DMD ve SMA hastalarının tedavi maliyetlerinin ailelerin altından kalkamayacağı boyutlara ulaşması ise ayrı bir toplumsal yara. Bir çocuğun yaşam hakkının ekonomik hesaplara göre değerlendirilmesi, vicdanı olan herkes için kabul edilmezdir. Her geçen gün çocuklarının ölüme yaklaşması bir anne baba için nasıl bir ıstıraptır, düşünebiliyor musunuz?
Engelli bireylerin toplumsal yaşamda karşılaştıkları zorluklara gelince… Örneğin serebral palsili bireyler için şehirler adeta labirent gibidir. Düzensiz kaldırımlar, rampasız binalar, toplu taşımada erişimsizlik, tekerlekli sandalye kullanıcılarını evlerine mahkûm ediyor. Birçok aile, çocuklarını rehabilitasyona götürmek için bile fiziksel mücadele veriyor.
Otizmli bireyler için ise toplumsal anlayış eksikliği en büyük duvardır. Gürültülü ortamlarda, kalabalıkta, alışveriş merkezlerinde yaşadıkları duyusal hassasiyetler çoğu zaman ‘yaramazlık’ sanılıyor. Ebeveynler bakışlardan kaçmak için evlere kapanıyor. Eğitimde ise önyargılar, otizmli çocukların kaynaştırma sınıflarına kabul edilmesini bile zorlaştırıyor.
İşitme engelli bireyler, kamu kurumlarında işaret dili personeli bulamadığı için en temel işlemlerini bile başkalarına bağımlı olarak yapmak zorunda kalıyor. Sağlıktan hukuka kadar pek çok alanda iletişime erişimin bu kadar sınırlı olması, onların adeta ‘yarım vatandaş’ muamelesi görmesine neden oluyor.
Down Sendromlu bireyler, eğitimde sınırlı kontenjanlar, yetersiz istihdam fırsatları ve toplumdaki önyargılarla mücadele ediyor. Yıllardır Down Sendromluların iş hayatında daha görünür olması için kampanyalar düzenleniyor, ama sistem desteklemediği için sonuç sınırlı kalıyor.
Engelli bireyler eğitimde, iş hayatında, sosyal yaşamda sürekli ‘mış gibi yapılan’ politikaların hedefi oluyor. Kamu binaları güya erişilebilir; rampalar dik, asansörler bozuk. İş hayatında engelli istihdamı zorunluluğu kağıt üzerinde var; ama engelli kotası çoğu zaman engelli olmayan kişilerle dolduruluyor.
Siyasetteki durum da farklı değil. Partilerin yönetim kademelerinde engelli temsilini arasanız bulamazsınız. Ne il ve ilçe teşkilatlarında ne belediye meclislerinde ne de TBMM’de gerçek bir engelli kotası var. Bu ülkede ilk ve tek engelli belediye başkanının, ancak 2019’da seçilebilmiş olmasını halkın da ayıbı olarak görmeliyiz. Engellilerin sorunlarını engelli olmaya bireyler değil, bizzat engelliler kendileri çözebilir. Ayrıca, engellilerin yönetimdeki temsil haklarını onlara iade etmeliyiz.
Toplum olarak ise hâlâ çok temel bir problemi aşamadık: Engelliliği bir kusur, bir ayıp gibi görmek. Oysa utanması gereken engelliler değil, onları utandıran biziz. Birçok aile engelli bireyleri toplumdan saklıyor, onların varlığını yük gibi görüyor. Bu duygusal baskı yüzünden birçok engelli birey kendini değersiz hissediyor, psikiyatrik desteğe ihtiyaç duyuyor. Bu yalnızca engelli bireylerin ve ailelerinin sorunu değil; hepimizin ortak sorumluluğu. Bir bakıma sessizce işlenen kolektif bir suç…
Aslında en büyük engel toplumun kendisi. Engellileri görmediğimiz için, duymadığımız için, 86 milyon birden işitme ve görme engelli gibiyiz.
Gelişmiş ülkelerde engelli bireyler yalnızca korunmuyor; hayatın tam merkezinde yer alıyor. Devlet desteği güçlü, erişim sorunsuz, eğitim ve istihdam fırsatları gerçek. Bizde ise engellilik hala bir yardım edilmesi gereken durum olarak algılanıyor. Oysa mesele yardım etmek değil, yaşam hakdıdır.
Sonuç olarak, engelli bireyler yaşamın eşit paydaşlarıdır. Bu yüzden, artık söylemden eyleme geçmek zorundayız. Yılda bir kez yapılan farkındalık etkinlikleri ile hayat değişmiyor. Engelleri kaldırmak lütuf değil; en temel hakların teslimidir. Bu sadece insani bir gereklilik değil, demokrasinin ta kendisidir.
Tarihin karanlık yüzünde Hitler’in engellileri ‘yaşamaya layık olmayanlar’ olarak görmesi, ‘Piyanist’ filminde bir engellinin balkondan aşağı atıldığı sahne gözümün önüne geliyor. Bu örnekler insanlığın ne kadar kolay karanlığa sürüklenebileceğini gösteriyor. Engelli haklarını hayata geçirmek, demokratik toplum ve demokratik siyasetin en temel öncelikleri arasında gelmektedir.
Çünkü, mesele sadece engellilerin varlığını kabullenmemiz değil, eşit haklarla yaşama hakları olduğunu öğrenmemiz gerektiğidir.