Siyaset Bilimi Uzmanı Murat Parıltı

Bugün Dünya Çocuk Hakları (!) Günü… Ne yazık ki, çocukların haklarının fiilen var olmadığı, hatta Gazze’de ve diğer savaş alalarında bombalarla ve açlıkla katledildiği bir dünyada bu günü kutlamak, giderek daha ağır bir ironiye dönüşüyor. Dünyanın pek çok yerinde çocuklar yaşam mücadelesi verirken, ‘hak’ kelimesi bir söylemin içine sıkışmış, içi boş bir kavrama dönmüş durumda. Çok üzücü bir gerçek şu ki, çocukların maruz kaldığı acılar yalnızca küresel ölçekte yaşanmıyor; ülkemizde de birçok başlıkta olduğu gibi çocuk hakları meselesinin içi sistemli biçimde boşaltılıyor. Karşı karşıya olduğumuz tablo gerçektençok vahim…

Toplum vicdanını derinden yaralayan çocuk yoksulluğunun yarattığı sonuçlardan biri de çocuk işçiliğidir. Türkiye’de kayıt dışıyla birlikte yaklaşık 3,5 milyon çocuk çalışıyor. TÜİK verileri, 15–17 yaş arası çocuklarda işgücüne katılım oranının yüzde 25’e yükseldiğini gösteriyor. Ailesi tarafından bakılamayan çocuk sayısı 170 bini aşmış durumda. Maddi yetersizlik nedeniyle yeni kıyafet alamayan çocuk oranı yüzde 9,2, hiç oyuncağı olmayan çocuk oranı ise yüzde 11,7. Bu rakamların her biri, aslında tek bir büyük gerçeğe işaret ediyor; halkın yarısından fazlasının açlık sınırına yakın bir gelirle yaşadığı bir ülkede çocuk yoksulluğu, derin yoksulluğun en acı ve en vahim yüzüdür.

Devletin çocuklara ilişkin en temel sorumluluklarından biri olan beslenme hakkı bile bugün tartışmalı hale gelmiş durumda. Sivil toplum ve muhalefet uzun süredir devlet okullarında bir öğün ücretsiz yemek uygulamasının başlatılmasını talep ediyor; ancak hükümet bu çağrılara kulaklarını kapatıyor. Oysa açlık sınırının altındaki milyonlarca ailenin çocukları okul saatleri içinde bile temel beslenme ihtiyaçlarına ulaşamıyor. Cumhuriyet Halk Partisi Tekirdağ milletvekili Cem Avşar’ın Eylül ayında verdiği kanun teklifi Plan ve Bütçe Komisyonu’nda görüşülüyor olsa da, iktidarın bu konuda siyasi irade gösterip göstermeyeceği hâlâ belirsiz. Çocukların eğitim saatleri içinde aç bırakılmaması, bir lütuf değil; en temel insan hakkıdır.

Bu tabloya bir de sağlık alanındaki derin eşitsizlikler ekleniyor. Çocuk sağlığı, diğer sorunlarımız içinde, ülke gündemine taşınamayacak derecede ötelenmiş durumda. Türkiye’de en az 3000 SMA’lı çocuk olduğu belirtiliyor. Yıllardır ailelerin sosyal medyada yardım kampanyalarıyla tedavi masrafı toplamaya çalışması, aslında sağlık sisteminin çocukları nasıl kaderine terk ettiğinin acı bir göstergesi. Risdiplam ilacının yıllık maliyeti 250 bin dolar, Zolgensma gen tedavisi ise hâlâ geri ödeme kapsamına alınmış değil. Fizik tedavi masraflarının yalnızca cüzi bir kısmını SGK karşılıyor. Yani, aileler çocuklarının hayatta kalabilmesi için zamanla yarışırken, devlet bu duruma gereken hassasiyeti göstermiyor.

Bütün bunlar yaşanırken hükümet 2025’i ‘Aile Yılı’ ilan etti. Üstelik, sayın cumhurbaşkanı önceki yıllardaki gibi üç çocuk değil, ‘en az dört çocuk’ sahibi olmalarını tavsiye etti. Fakat son on beş yılda hızla artan boşanmaların büyük kısmının ekonomik krizlerden ve sosyal politikaların eksikliğinden kaynaklandığını görmezden geliyor. Her yıl 180 bine yakın boşanmış aile ortaya çıkarken, bu ailelerin çocukları çoğu zaman adeta bir savaş alanına dönüşen velayet davalarına kurban ediliyor. Ekonomik sıkıntı içindeki bu çocuklara yönelik bir sosyal koruma programı geliştirmek, iktidarın aklının ucundan bile geçmiyor.

Ülkedeki çocukların karşı karşıya olduğu diğer tablo da iç açıcı değil: TÜİK’e göre çocukların karıştığı olay sayısı 2024 yılında 612 bin 651. Güvenlik birimlerine getirilen çocuk sayısı 202 bin 785. İzmir’de polis karakoluna saldırı düzenleyen ve üç emniyet görevlimizi şehit eden çocuğu hatırlıyor musunuz? 16 yaşındaydı! Çocuklar suç örgütlerinin sıkçakullandığı piyona dönüştüler; işledikleri suçlarda 14-15 yaşlarında çocukları kullanıyorlar. Suçun kaynağını sadece çocuklara yükleyerek değil, onları suça sürükleyen ekonomik, sosyal, eğitsel nedenleri görmezden gelerek bu sorunu çözmek mümkün değil.

Akran zorbalığı ise yeni bir toplumsal salgın haline gelmiş durumda. Çocukların en güvenli alanı olması gereken okullar, giderek daha fazla risk taşıyan ortamlara dönüşüyor. İş kazalarında ölen çocuk sayısı sadece geçen eğitim-öğretim yılında 72. Bu rakam bile başlı başına alarm verilmesi için yeterli. Üstelik çocuklar yalnızca güvenlik ve sağlık açısından değil, eğitim açısından da sistemli biçimde dışlanıyor. Eğitim Reformu Girişimi’ne göre 2024–2025 döneminde 14–17 yaş arası 612 bin 814 çocuk örgün eğitimin dışında. Yani eğitim hakkı kağıt üzerinde var ama fiilen her çocuğu eşit olarak kapsamıyor.

Tüm bu tabloyu ekonomiyle, siyasetle, eğitimle, adaletle birbirinden bağımsız düşünmek mümkün değil. Halkın yarısından fazlasının açlık sınırı olan 28 bin 411 TL. nin altında kalan bir asgari ücretle çalıştığını düşünecek olursak, çocukların asgari ihtiyaçlarının karşılanmasına kayıtsız kalan hükümetin sorumsuz ve başarısız yönetiminin yıkıcı bedelinin en çok çocuklara ödettiğini söylemek yanlış olmaz. Gelir adaletsizliği büyüdükçe çocuk yoksulluğu derinleşiyor; eğitim sistemi sınavlara ve özel kurumlara bağımlı hale geldikçe çocuklar fırsat eşitsizliğine mahkûm oluyor; adalet sistemi tıkandıkça suça sürüklenen çocuk sayısı artıyor; sağlık sistemi özelleştikçe ağır hastalıklarla mücadele eden çocukların yaşamı maddi imkana bağlı hale geliyor. Yani çocukların yaşadığı tüm bu dram, aslında ülkenin bütüncül bir şekilde yönetim kapasitesinin aşınmasının sonucudur.

Uygulamadaki eğitimin içeriği, metodolojisi ve amaçları ele alındığında ise John Taylor Gatto’nun ifade ettiği gibi, bir ‘kitle imha silahı’na dönüştürülmüş durumda. Türkiye’de uzun yıllardır ödev ve sınava dayalı, çocuğun oyun ve dinlenme hakkını gasp eden bir sistem uygulanıyor. Çocukların çocukluklarını çalan, sosyal gelişimlerini erozyona uğratan bu yapıda eğitim akademik skor üzerinden ölçülüyor: Daha çok ders, daha çok test, daha çok ödev…Oysa eğitimde önemli olan ders yükünde ‘miktar’ değil, ‘niteliktir’. Dünyada iyi örnekler ortada: Finlandiya’da çocukların neredeyse hiç ödevi yok, Çocukların zamanı sağlıklı gelişimlerinin ihtiyaçları doğrultusunda ‘mutluluk’ çağdaş eğitim yöntemleriyle verimli biçimde değerlendiriliyor. Japonya’da disiplin ve toplumsal sorumluluk ön planda, Kanada ve Hollanda’da esneklik ve öğrenci merkezli modeller uygulanıyor. Türkiye ise hâlâ liselere ve üniversitelere giriş sınavları baskısıyla çocukların psikolojik gelişimini baltalayan ve kamusal eğitimi zayıflatan bir çizgide ısrar ediyor. Uzmanlar, artık bu eğitim sisteminin gizli şiddet içerdiğini ve temel çocuk haklarını ellerinden aldığını dile getirmeli, akademisyenler tarafından iyi modeller araştırılarak, çocuğun bütüncül sağlıklı gelişimini hedefleyen yeni bir eğitim sistemi hazırlama çalışmalarına acilen başlanmalıdır.

Bununla birlikte, velileri özel okulların ve dershanelerin yüksek ücretlerine mahkûm eden bu düzen, artık toplum tarafından ‘normal’ kabul edilir hale geldi. Fahiş fiyat artışlarına yıllardır seyirci kalınması, eğitim gibi kamusal bir hakkın piyasanın insafına bırakılmasının en çarpıcı göstergesi. Çocuğa yapılması gereken harcamaların özel kurumlara akması, ülkenin geleceğini şekillendirecek en büyük eşitsizliklerden biri haline geldi.

Tüm verileri yan yana koyduğumuzda ortaya çıkan gerçek çok net; ekonomik çöküşe paralel olarak eğitim, sağlık, adalet ve sosyal politika mekanizmalarının eş zamanlı çöküşünü yaşıyoruz. Devletin yönetim kapasitesi zayıfladıkça, en büyük bedeli çocuklar ödüyor. Çocuk hakları günü kutlanıyor, ama çocukların haklarının kendisi ortada yok. İşte bu nedenle bugün yapılması gereken, çocuk haklarını romantik bir söylem olmaktan çıkarıp politik bir zorunluluk haline getirmektir.

Bir ülke çocuklarına ne kadar sahip çıkıyorsa, geleceğine de o kadar sahip çıkıyor demektir. Yönetim artık bu gerçeği görmek zorunda, çünkü yalnızca bugünü değil, yarını da kaybetmek üzereyiz.

Dünyada kuş cıvıldamalarının, oyun oynayan neşeli çocuk seslerine karıştığı ve çocuklarımıza tüm haklarını teslim ettiğimiz günleri görmek dileğiyle …

“ Dünyayı verelim çocuklara hiç değilse bir günlüğüne
Allı pullu bir balon gibi verelim oynasınlar
Oynasınlar türküler söyleyerek yıldızların arasında
Dünyayı çocuklara verelim
Kocaman bir elma gibi verelim
Sıcacık bir ekmek somunu gibi
Hiç değilse bir günlüğüne doysunlar.”

Nazım Hikmet