Bir fotoğraf kaybolduğunda, aslında bir kare değil, bir ışık yiter. Ama o ışık, bir yerlerde hâlâ yanmaya devam eder. Bazen bir hatıranın kıyısında, bazen de insanın içindeki görünmez bir boşlukta. Biz fotoğrafçılar, bazen o kaybolan ışığın peşine düşeriz; bulamayız belki ama izini taşırız. Çünkü her ışık, bir hikâye gibi gelir dünyaya; doğar, parlar, kaybolur ve bir gün bambaşka bir yerde yeniden görünür.
Zamanla şunu öğrenir insan: her kayıp, bir şeyin bitişi değil, başka bir şeyin fark edilişidir. Bir fotoğraf silinir, ama o anın duygusu kalır. O duyguda ışığın başka bir biçimi vardır daha sessiz, daha derin. Işığın yokluğunda bile içimizde bir parıltı yanar. Belki de o yüzden kaybolan fotoğraflar, kaybolmayan yanlarımızı hatırlatır.
Bir zamanlar bir çocuğun yüzüne düşen ışığı çekmiştim. Pencereden sızan o solgun çizgi, duvardaki çatlağa kadar uzanıyordu. O ışığın içinde hem çocukluğun masumiyeti, hem dünyanın bütün yorgunluğu vardı. Fotoğrafı kaybettim. Ama o ışığın içimde bıraktığı sıcaklığı hiç kaybetmedim. Bazı kareler belki de silinmek için çekilir; çünkü onların değeri görüntüsünde değil, bıraktığı izdedir.
Fotoğraf bir yakalama sanatı değil, bir teslimiyettir. Zamana, ışığa, değişime, insana... Her çekim, bir kabullenmedir. Bir anı olduğu gibi kabul etmek, ona müdahale etmeden tanık olmak. Kaybettiğimiz kareler bize, görmenin değil, hissetmenin anlamını öğretir. Bir fotoğraf kaybolduğunda insanın içinde bir sessizlik kalır, ama o sessizlikte başka bir ışık doğar. Makineden gelen değil, kalpten süzülen bir ışık.
Bazen dosyaların arasında gezinirken bir klasör açarsın, adı sadece “Yeni Klasör (5)”dir. Boştur. Ama o boşluk bile anlam taşır. Çünkü fotoğraf, yalnızca görünür olana değil, görünmeyene de dairdir. Belki de asıl mesele, her şeyin görünmediği o anları hissedebilmekte saklıdır. O yüzden ben kaybolan karelere üzülmem artık. Çünkü kaybolan her ışık, başka bir bakışın doğmasına sebep olur.
Bir ışık kaybolduğunda, aslında biz biraz daha büyürüz. Kayıp, insana öğretir. Sabretmeyi, kabullenmeyi, vazgeçmeyi… Ama en çok da yeniden başlamayı. Bir ışığın ardından yürümek, bir duygunun ardından yürümektir. Ve fotoğraf, bu yürüyüşün sessiz tanığıdır.
Fotoğrafın kaderi, görünmekle yok olmak arasındaki o ince çizgide saklıdır. Ama fotoğrafçının kaderi, o çizgide yaşamayı öğrenmektir. Kaybolan ışığın ardında kalabilmek, gölgede bile anlam arayabilmektir. Işığın olduğu kadar, yokluğunun da bir dili vardır. Biz o dili okumayı öğrendiğimizde fotoğraf, artık sadece bir görüntü değil; bir iç dünya olur.
Kimi zaman çektiğimiz kareler bize bir şey göstermez, ama bizde bir şey açar. Bir pencere, bir düşünce, bir sızı… Kimi zaman ise, bir kayıp fotoğraf insanın kendi içindeki eksik parçayı bulmasına yardım eder. Çünkü her kayıp ışık, bir arayıştır aslında. Ve arayan, kaybetmez.
Belki de fotoğraf, insanın kendi içini aydınlatan en sessiz aynadır. Dış dünyayı gösterirken iç dünyayı da ele verir. Ve biz, her karede biraz kendimizi çekiyoruzdur. Kendimizi anlamaya çalışıyoruzdur. Kaybolan her ışıkta, aslında kendi gölgemizin izini sürüyoruz.
Bir gün, sabahın ilk saatlerinde, pencereden süzülen ışığa baktığında hatırlarsın o kayıp kareyi. Fotoğrafı değil, duygusunu. Işığı değil, anlamını. Çünkü bazı ışıklar kaybolmaz hocam, sadece yer değiştirir. Ve biz, onları yeniden bulduğumuzda aslında kendimizi buluruz.
Fotoğraf, kaybolan ışığın sessiz hatırasıdır.