Küçükken anneniz size, "yalan söylersen ağzına biber sürerim" dedi mi hiç? Benimki demişti. Ödüm patlamıştı! O gün, bugün acı biber yemem.

Tabi yalnız acı yememekle kalmam, yalan da söylemem. Korkarım ve tiksinirim yalandan; hem söylemekten, hem dinlemekten.

Önce yakın, sonra uzak çevremi ve gittikçe dünyayı algılamaya başladığımdan beri anneme çok şaşıyorum. O beni yalana karşı eğip bükmeden biçimlendirmişti ama başkalarının annelerinin hiç de öyle olmadığını gördüm yaşadıkça. İnsanların, gözlerimin içine baka baka, ne kadar rahat yalan söylediklerini görseniz hak verirdiniz bana!

Mahalledeki arkadaşlarımda saptadım önce bu gerçeği. Sokakta misket oynarken, çarptı çarpmadı, değdi değmedi tartışmalarında o kadar kolay yalan söylüyorlardı ki...

Sonra okul yılları... Kitaplar yalan doluydu; öğretmen de kimi gerçekleri saklıyordu.Okul müdürü kuru sıkı atıp tutuyor, her törende sallıyordu...

Matematiğin yalanı mı olur? Matematik kitapları bile yalan doluydu. Öğretmen de bu yalanları tekrarlıyordu. Manavdan 3 liraya aldığımız elma, o kitaplarda 75 kuruş, 1,5 liralık portakal 30 kuruştu. Bunları gördükçe içim daralıyor ama öğretmene soramıyordum. Vardır bir bildiği diye kendimi rahatlatmaya çalışıyordum.

Tabiat Bilgisi dersinde, eklem bacaklılar, kafadan bacaklılar, omurgasızlar, sürüngenler vs. çiftleşerek ürüyor ama memeliler ve onlar arasındaki insanlar üremiyormuş gibi yapılıyordu. Onların üremek için ne yaptıkları belli değildi. Derste esen havadan bunu sormamam gerektiğini anlıyordum.

En çok yalan tarih kitaplarındaydı. Örneğin Birinci Dünya Savaşı üzerine yazılanlar yalan doluydu. O kitaplara ve öğretmenlerin anlattıklarına göre, dışında kalmamız gereken bu savaşa Enver, Talat ve Cemal paşaların aymazlıkları sonucu katılmıştık. Bu üç paşa hırslarıyla Osmanlı'yı savaşa sokarak sonunu getirmişlerdi.

Öğretmen bu yalanları sorgulamıyor, olduğu gibi aktarıyordu bize. O savaşın başlıca nedenlerinden birisinin, emperyalist ülkelerin Osmanlı ve Avusturya/Macaristan imparatorluklarını paylaşma emelleri olduğunu;topraklarının paylaşılması ve egemenliğine son verilmesi için çıkarılanbu savaşa, Osmanlı Devleti’nin katılmamak ve kendini savunmamak gibi bir seçeneğinin bulunmadığı söylenmiyordu.   

Daha gülünç bir başka yalan savaşın sonuna ilişkindi. Birinci Dünya Savaşı'nda Osmanlı Devleti aslında yenilmemişti. Müttefiklerimiz yenildiği için biz de yenik sayılmıştık!

Savaş değil sanki bayrak yarışıydı olan bitenler! Kim bizi yenik saymıştı? "Hakem" kimdi? O hakemi kim belirlemişti, kim ona bu yetkiyi vermişti? Osmanlı yöneticileri, Mondros'ta ve Sevr'de bu kararı neden saygıyla kabullenmişti? Bunları da soramamıştım öğretmenime.

Gazeteler yalan yazıyordu.

Ülkemize gelen her yabancı ünlü kadın erkeklerimize hayrandı. Yabancı erkekler ise kadınlarımız hakkında hiç konuşmuyorlardı nedense!

Ulusal takımlarımız yaptıkları hemen her karşılaşmada yeniliyorlardı ama asla ezilmiyorlardı basınımıza göre. Ya şanssızlık ya hakemler yakamızı bırakmıyordu. Ondan yeniliyorduk.

Bütün dünya bize düşmandı. Herkes, işi gücü bırakmış bizimle uğraşıyordu. Çevremiz düşmanlarla sarılmıştı. Herkes kötülüğümüzü istiyordu. Avrupalılar, Osmanlı'ya duydukları hınçla bizden nefret ediyordu; Ortadoğu ülkeleri ise demokratik ve laik bir cumhuriyet olduğumuz için…

Yazılanlar birazcık sorgulandığında, okurun ahmak yerine konulduğu ve yabancı düşmanlığıyla kof milliyetçiliğin diri tutulmaya çalışıldığı anlaşılıyordu. Başarılı da oluyorlardı.

Ülkede işler kötüye gitmeye başladığında, hemen Güneydoğu'da zengin petrol yatakları bulunuyor ya da Türkiye, uranyum gibi stratejik madenleri olan ülkeler arasına giriyordu ama bu haberlerin arkası gelmiyordu.

Yıllar ilerliyor, çevremi kuşatan yalan çemberini daha iyi görüyordum.

Haber ajansları, gazeteler, radyolar, sonraki yıllarda televizyonlar, yönetenler, yönetilenler, politikacılar, bürokratlar, kurumlar, kuruluşlar, kadınlar, erkekler, büyükler, küçükler, öğretmenler, öğrenciler, satıcılar, müşteriler, patronlar, işçiler; kısacası, herkes herkesi "kendi çapında" yalanlarla aldatmaya çalışıyordu. İşin tuhafı, herkes bunun farkındaydı ve neredeyse herkes, daha önce ve daha çok aldatma yarışındaydı sanki.

İnsanların gözünde politika yalan, politikacı yalancıydı. Halk içindeki "doğrucu Davutların" politikacı olamayacağına hükmediliyordu! Olan bitenler de bu yargıyı haklı çıkarıyordu.

İktidarda ya da muhalefette olmaları fark etmiyordu; bütün partiler, bütün liderler yalan söylüyorlardı. Kendileri hep haklı, hep doğru, ötekiler hep haksız, hep yanlıştı. Bir seferinde, mevcut ve bir önceki başbakanın birbirleri hakkındaki yolsuzluk savlarının ikisi de doğru çıkınca, aralarında anlaşıp“aslında ortada bir yolsuzluk olmadığı yalanıyla” TBMM'de birbirlerini aklamışlardı.

Yalanlara inanmış görünenler iyi insan oluyor, "hadi oradan" diye diklenenler, konuya göre, sevimsiz, itici, gıcık, ukala, bozguncu, hain damgası yiyordu. Gözlediğim bu davranışlar kafamı karıştırıyordu. Söylenen yalanlara inanmış görünenler yalana ortak olmuyorlar mıydı? Onlar neden iyi insan olarak görülüyordu? Hani yalan kötü bir şeydi? Annem bana -hem de biber acısı desteğinde- öyle öğretmemiş miydi?

Şarkılar, türküler, şiirler, sinema filmleri dünyanın aslında yalan olduğunu işliyorlardı. Büyük dinler de öyle söylüyordu. Bu dünya yalandı, asıl olan öldükten sonraki dünyaydı. Milyarlarca insanın iman ettiği öğretiler de bunu kabul edince "yalan" ölümsüzlüğe kavuşmuştu. Koskoca dünya gerçek değilse, küçücük insanın söyleyeceği yalanların ne önemi olabilirdi ki!

DEVAM EDECEĞİM…