İyi, kötü, doğru, yanlış, güzel, çirkin gibi kavram çiftlerinin anlamları toplumdan topluma, kişiden kişiye değişir. Kimi toplumlara ve kimi kişilere göre iyi, doğru ve güzel olan şeyler başkaları için öyle olmayabilir.
Kısacası, toplumsal yaşamda herkes için geçerli, mutlak iyi, kötü, doğru, yanlış, güzel, çirkin olamaz. Ayrıca, bütün
· iyiler doğru ve güzel,
· kötüler yanlış ve çirkin,
· doğru kabul edilenler iyi ve güzel
olmadığı gibi, her zaman,
· yanlış bulunanlar kötü ve çirkin;
· güzel denilenler iyi ve doğru,
· çirkin diye nitelenenler kötü ve yanlış da değildir.
Buna karşılık, kendilerine özgü tercihleri olmayan insanlar ile çoğunluktan ayrı düşmemek için kendi tercihlerinden vazgeçenler, başkalarınca belirlenmiş yaygın iyi, kötü, doğru, yanlış, güzel, çirkin anlayışlarını sorgulamaksızın peşine takılma kolaycılığıyla yaşam boyu sürüklenirler.
Bir de tek başlarına kalsalar bile, yaşama bakışlarında her zaman nesnel kalabilen; kendi doğrularını, iyilerini ve güzellerini arayan insanlar vardır. Onlar başkalarının çeşitli hesaplarla belirledikleri iyiyi, doğruyu, güzeli sorgulamaksızın kabul etmenin “güdülmek; bağımsız ve özgür düşünmekten vazgeçmek” anlamına geldiğini bilirler.
Mustafa Kemal Atatürk ikinci gruptaki insanlardandı. Onu başarıya götüren de işte bu özelliğiydi.
***
Savaş alanlarında tükettiği gençlik yıllarının sonunda, henüz 42 yaşındayken kuruluşuna önderlik ettiği ve on beş yıl başkanlığını yaparak yön verdiği tam bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’nin kendine özgü karakteri onun bu özelliğini yansıtır.
Osmanlı Devleti Birinci Dünya Savaşı’ndan yenilgiyle çıktığında, Anadolu’daki varoluşu tehlikeye düşen ulusun kurtuluşu için “tek iyi, doğru ve güzel yol” olarak, başkalarının belirlediği ve kimilerinin çaresizlik içinde kabullendiği “İngiltere ya da Amerika himayesinde devleti ayakta tutma” seçeneğini reddeden Mustafa Kemal, kendi iyisi, doğrusu ve güzeli olan TAM BAĞIMSIZLIK için çok başka bir yol tutturmuştu.
Adım adım ilerlenen o yol, ulusun varoluş mücadelesini başarıya, ülkeyi tam bağımsızlığa götürmüştü. Böylece, Türkiye’nin önünde özgürlüğün, uygarlığın, aydınlanmanın ve demokratikleşmenin kapısı açılmıştı.
***
Atatürk için saygı duruşuna çağıran sirenler çaldığı sırada aklımda, onun “öğretmenler, Cumhuriyet sizden fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller ister” sözleri; bunları düşünüyordum.
O, “Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz” derken, belli ki, öğretmenlerin yetiştireceği o nesillerle oluşacak toplumun buna izin vermeyeceğine inanıyordu.
Kendisinin izinde yürüyecek olanların, ölümünden sonra onu “şeyh”, kendilerini “mürit” gibi görmemeleri için;
“Ben manevî miras olarak, hiçbir nassı katı (kesin talimat), hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum.
BENİM MANEVÎ MİRASIM, İLİM VE AKILDIR. Benden sonrakiler, bizim aşmak zorunda olduğumuz çetin ve köklü müşkülât önünde, belki gayelere tamamen eremediğimizi, fakat ASLA TAVİZ VERMEDİĞİMİZİ, AKIL VE İLMİ REHBER EDİNDİĞİMİZİ tasdik edeceklerdir.
Zaman süratle dönüyor, milletlerin, cemiyetlerin, fertlerin saadet ve bedbahtlık telâkkileri bile değişiyor. BÖYLE BİR DÜNYADA, ASLA DEĞİŞMEYECEK HÜKÜMLER GETİRDİĞİNİ İDDİA ETMEK, AKLIN VE İLMİN GELİŞİMİNİ İNKÂR ETMEK OLUR”
Sözleriyle hem kendi yolunu tarif ediyor hem de sonraki nesillere öğüt veriyordu.
Atatürk’ün çok özlü biçimde gösterdiği bu yolda, onun düşünme yöntemini, özgüvenini, sabrını ve kararlılığını görüyoruz. Ama hepsinden önemlisi, o yolun ekseninde, onun “benim karakterimdir” dediği “özgürlük ve bağımsızlık” tutkusuyla biçimlenmiş kişiliği ile hiç vazgeçmediği akıl ve bilimin rehberliğindeki ÖZGÜNLÜĞÜ, YURTSEVERLİĞİ VE ÖDÜNSÜZ DEVRİMCİLİĞİ var.
Sözlerinden açıkça anlaşılabileceği gibi o, izinde olacaklardan, şeyhlerin müritleri gibi söylemlerini yinelemelerini, düşüncelerini sorgulamaksızın kabullenmelerini beklemiyor. Onlardan, tarif ettiği yolu izleyerek, akıllarını kullanmalarını, zaman içinde değişen günün koşullarını kavrayıp, bilimin rehberliğinde özgün düşüncelerini üretmelerini; kendilerinin ve ülkenin özgürlüğünden ve bağımsızlığından asla ödün vermemelerini istiyor.
Çünkü Atatürk, “özgürlük ve bağımsızlık” tutkusu olmayan, akıllarını kullanmayan ve bilimin rehberliğine uymayanların, günün koşullarına uygun özgün düşünce üretemeyeceğine, bağımsız kalamayacağına ve halkın özgürlüğüne, ülkenin tam bağımsızlığına duyarlı olmayacaklarına inanıyor.
***
Yalnızca NUTUK’U dikkatle okusanız bile, Mustafa Kemal Atatürk’ün;
- “Somut durumun somut tahlilini” olağanüstü beceriyle yaptığını,
- Zamanı, olay ve olguları analitik bakışla değerlendirmekten asla uzaklaşmadığını,
- Sorunlara çözüm ararken ülkenin tamamına bütüncül baktığını,
- Uzak hedeflere varmak için geçeceği yolu önceden belirlediğini,
- Söylenenleri anlamakla kalmayıp, arkasını da görebildiğini,
- Zamanın ve mekânın yaşamdaki önemini bir an bile göz ardı etmediğini,
- Hırslı ve tutkulu ama bunlara tutsak olmadığını,
- Zekasını ve aklını kullanmasını bildiğini,
- Kendisini bilimsel bilgiyle donattığını,
- Karşıtlarına karşı ödünsüz, dost bildiklerine hoşgörülü ve vefalı olduğunu,
- Katıksız bir yurtsever ve devrimci olduğunu,
- Kurtuluşa, tam bağımsızlığa ve “Anadolu devrimine” mutlak inancını
görürsünüz.
Atatürk’ün gösterdiği yoldaki izinde ilerlemek; düşüncelerini, kararlarını ve eylemlerini bütün gerçekliğiyle anlamak için, onunkine benzer bir kişiliğe sahip olmaktan başka yol yoktur.
Bu nedenle o, sahip olduğu özelliklere dayanan özgüvenle, kendisini izleyecek olanlardan beklentisini,
“BENİ GÖRMEK DEMEK, MUTLAKA YÜZÜMÜ GÖRMEK DEĞİLDİR. BENİM FİKİRLERİMİ, BENİM DUYGULARIMI ANLIYORSANIZ VE HİSSEDİYORSANIZ BU KÂFİDİR” sözleriyle özetliyor.
Dikkat edilirse, düşünce ve duygularının aynen benimsenmesini değil, izleyenlerinin onları anlamalarını ve duyumsamalarını yeterli görüyor.
ONU GERÇEKTEN ANLIYORSANIZ, işte ancak o zaman ATATÜRK’ÜN İZİNDESİNİZ demektir.
MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’Ü DOĞRU ANLAMIŞ OLDUĞUMU DÜŞÜNÜYOR VE BÜYÜK DEVRİMCİYİ SAYGIYLA ANIYORUM.