Önceki yazıda; her sorunun çözümü olduğunu ve bütün sorunların aynı yöntemle çözülebileceğini büyük kentlerin ulaşım sorunu üzerinden göstermeye çalışmıştım. Önceki yazıyı okumamış olanlar, söz konusu yöntemi orada bulabilirler. Bkz. Cengiz Türksoy: HER SORUN ÇÖZÜLÜR (1)
Bu kez çok daha karmaşık ve eski bir soruna o yöntemi kullanarak bulunacak çözümü göstermeye çalışacağım.
KÜRT SORUNU
“Kürt sorunu” denildiğinde, herkes kendine göre bir şey anlıyor. Bu nedenle, tarihi, kültürel, etnik, siyasi, sınıfsal, coğrafi özellikleriyle çok karmaşık olan soruna hemen herkes kendi anlayışı doğrultusunda ve bulunduğu yerden yaklaşıyor; kendince çözümler öneriyor ama hiçbir çözüm önerisi toplumda yaygın kabul görmüyor ve öne çıkmıyor. Belki de bu nedenle, Türkiye’yi en çok uğraştıran sorunların başında gelmesine karşın günümüzdeki Kürt sorunu için kalıcı bir çözüm bulunamıyor.
Kürt sorununun saptanması, tanımlanması ve konu hakkındaki farkındalık
Hem Ortadoğu coğrafyasının en eski kavimlerinden birisini oluşturan Kürt etnisitesine dahil tüm insanlarla hem de Türkiye sınırları içindeki Kürtlerle ilgili sorunlara “Kürt sorunu” denilse de ikisi arasında çok büyük farklar vardır. Kürtlerin yüz yıllık tarihi süreç içinde yaşadıkları, nesnel biçimde ortaya konulmadan bu ayrımın yapılması mümkün olmadığı gibi, sorun hakkında, toplumun ortak ve yaygın bir farkındalığa sahip olması da beklenemez.
Ortadoğu’daki Kürt sorunu
1916 yılında İngiltere, Fransa, İtalya ve Rusya, aralarında “gizli” olarak imzalanan Sykes-Picot Anlaşması’na dayalı plana göre Birinci Dünya Savaşı’nda yenilen Osmanlı devletinin Ortadoğu’daki topraklarını paylaşarak, ortak çıkarlarına uygun devletler oluşturmuşlardı. 1917 Devrimiyle iktidara gelen Bolşevikler anlaşmadan çekildikleri için Rusya o paylaşımda yer almadı. (Bu konuyu, Kürt Sorunu Çözülüyor mu başlıklı yazıda ayrıntılı biçimde anlatmıştım). Bkz. Cengiz Türksoy: “KÜRT SORUNU” ÇÖZÜLÜYOR MU?
Sykes-Picot Planına uygun olarak, yenilmiş Osmanlı Devleti’ne imzalatılan Sevr Anlaşmasında Kürt devleti için de Anadolu’da yer ayrılmıştı ama Sevr’i geçersiz kılan ve Misak-ı Milli sınırlarını esas alan Lozan Anlaşması imzalanınca planın Anadolu bölümü uygulanamamış, Kürtlerin bin yıllık devlet kurma hayalleri gerçekleşmemişti.
Emperyalistlerin Sykes-Picot planıyla dört parçaya böldüğü Kürtler, sonraki yüz yıl içinde, Ortadoğu’nun devletsiz en kalabalık kavmi olarak dağıldıkları ülkelerde, emperyalistlerin işbirlikçisi iktidarların uyguladıkları yok sayma, ötekileştirme, asimilasyon ya da yok etme siyasetleri nedeniyle çok acı çektiler.
Kürtler, sorunlarından kurtulmanın tek yolu olarak gördükleri, kendi devletlerini kurma hayallerinden hiç vazgeçmediler ama siyasi önderleri, bunu gerçekleştirmeyi sağlayacak uzun erimli, emperyalizm karşıtı, tutarlı ve sonuç alıcı bir strateji geliştiremediler. Belki de bu nedenle, çeşitli ülkelere dağılmış Yahudileri, binlerce yıl önce yaşadıkları Ortadoğu’da bir araya getirip elbirliğiyle İsrail devletini kuran dünyanın önde gelen ülkeleri, binlerce yıldır burada yaşamakta olan milyonlarca Kürtün durumunu umursamadılar.
Bütün bu gelişmeler Ortadoğu’daki yüz yıllık Kürt sorununu oluşturdu. Bu gelişmelerin Türkiye’deki Kürt sorunu üzerinde derin etkileri olsa da son yıllara değin iki sorun arasında doğrudan bağlantı yoktu. Ancak, özellikle Irak ve Suriye’deki gelişmeler iki sorunu bağlantılı duruma getirdi.
Türkiye’deki Kürt sorunu
Mondros Mütarekesiyle başlayan Anadolu’daki emperyalist işgale karşı üç yıl süren Türk Kurtuluş Savaşı’nın sonunda kazanılan zaferi Osmanlı’nın değil Türklüğün kurtuluşu olarak gören önderler, çökmüş devleti ayağa kaldırmak yerine Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kurdular.
Emperyalistlerin tercihleriyle değil bağımsızlık savaşıyla sınırları belirlenen Türkiye Cumhuriyeti, “üniter nitelikte bir ulus devlet olarak kuruldu”. Ancak, hangi etnik kimlikten olursa olsun, yurttaşlarının çoğu, o günlerde kendilerini, farkında bile olmadıkları ulusal kimlikleriyle değil inançlarıyla tanımlıyordu. Osmanlı Devleti’nin imparatorluk karakterinin sonucu olan, yurttaşlardaki bu eksikliğin giderilmesi ve Türk ulusal kimliğinin öne çıkarılması, yeni kurulan Türk devletinin başlıca hedeflerinden birisiydi.
Son zamanlarda, çeşitli kesimlerce günümüzün değerleriyle eleştirilerek Kürt sorununun başlıca nedenlerinden birisi olarak gösterilen 1924 Anayasası’nın 88. Maddesi de bu nedenle; “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle Türk ıtlak olunur”, yani “Türkiye halkına din ve ırk farkı olmaksızın YURTTAŞLIK YÖNÜNDEN TÜRK ADI VERİLİR” biçiminde düzenlenmişti.
Türk devleti olarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti, henüz birinci yılında hazırlanan Anayasa’daki bu madde ile, “dini ve ırkı ne olursa olsun halkın tamamını yurttaş olarak Türk diye adlandırdığını” belirtiyordu ama kimseye etnik kimliğinden, inancından vazgeçeceksin demiyordu. Önyargısız okunduğunda, bu madde ile kimsenin etnik kimliğinin ve inancının reddedilmediği, yok sayılmadığı kolayca anlaşılabilir.
Kimilerinin söylediği gibi bu maddede bir Türk tanımı da yapılmıyor; kimseye “etnik kimliğini unut; bundan böyle sen Türk’sün” de denmiyor. Yalnızca, Osmanlı döneminde kendisini dini inancıyla tanımlayan ve o dönemde geçerli 1876 Anayasası’nın 8. Maddesinde “hangi din ve mezhepten olursa olsun Osmanlı denileceği” söylenen yurttaşlara, “YENİ TÜRK DEVLETİNİN YURTTAŞLARI OLARAK NE AD VERİLECEĞİ” belirtiliyor.
İki yıl önce Anadolu’daki emperyalist işgale karşı Türklüğün kurtuluşu için verilen savaşın kazanılmasına dayanan üniter Türk devletinin, 1924 yılı koşullarında hazırlanan ilk Anayasası’nda yurttaşlarına Türk adı vermesinin anlaşılmayacak ve eleştirilecek bir yanı yoktur.
1919 yılında Türk siyasetçiler, Anadolu’nun hemen her yerinde kurulan müdafaa-i hukuk cemiyetlerinde örgütlenerek emperyalist işgale karşı savaş başlattıklarında Kürt siyasetçileri de kendilerine katılmaya çağırmış, birlikte mücadele etmeyi önermişlerdi. Ancak bu savaşın zaferle sonuçlanacağını öngöremeyen ve Sevr Anlaşması’nın uygulanmasından yana olan Kürt siyasetçiler, “birlikte mücadele etme” çağrısını geri çevirerek, Kürdistan Teali Cemiyeti’nin şubelerinde örgütlenmiş, kurtuluş umutlarını İngilizlerin himayesinde ayrı bir Kürt devleti kurulmasına bağlamışlardı.
Kolayca anlaşılabileceği gibi, Türkiye’deki Kürt sorununun başlangıçtaki nedenlerinden birisi 1924 Anayasası değil Kürt siyasetçilerin Kurtuluş Savaşı yıllarındaki bu tercihleridir.
Kürt siyasetçiler, kendilerine yapılan çağrıyı kabul ederek emperyalist işgale karşı verilen Kurtuluş Savaşı’na Kürtlerin de katılmasına önderlik etseler ve savaş birlikte kazanılsaydı -belki de- yeni devlet çok başka nitelikte kurulacak ve günümüze değin geçen sonraki yüz yıl çok farklı yaşanacak; “Türkiye’deki Kürt sorunu” diye bir konu olmayacaktı.
Ancak tarih varsayımlarla değil, gerçeklerin nesnel anlatımı ve değerlendirilmesiyle irdelenir.
DEVAM EDECEĞİM