MHP başkanı Devlet Bahçeli’nin, Abdullah Öcalan’ı “PKK’nin silah bıraktığını ve örgütü feshettiğini” açıklamaya çağırmasıyla başlayan “terörsüz Türkiye ya da barış” sürecinde yaşanmakta olanlar ve gelecekte yaşanacaklar toplumu çok uzun süre meşgul edecek gibi görünüyor.
Her şeyin kalın bir sis perdesi altında olduğu bir ortamda, birkaç aydır yaşananlar nasıl izlenmeli ve değerlendirilmeli?
Olanların ve daha sonra olabileceklerin gerçek yönlerini algılayabilmenin ön koşulu onları, son yüz yıl içinde Ortadoğu coğrafyasının biçimlenişiyle birlikte ele alıp irdelemektir.
Sürecin başlangıcından beri görülen kimi ilginç “tuhaflıklar” da değerlendirme sırasında göz önünde bulundurulmalıdır. Örneğin;
- Savunduğu ırkçılığa dayalı Türk milliyetçiliği tezleriyle düşman ilan ettiği Kürt siyasi hareketlerini, onlarla görüşenlerin tutumlarını, Kürt sorununa barışçı çözüm önerenleri, hatta “Kürt sorunu” söylemini bile, “Türkiye’nin beka sorunu” olarak gören D. Bahçeli’nin bir gün ansızın DEM Parti’yle yakınlaşması ve PKK lideri Abdullah Öcalan’a çağrı yapması,
- Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, iktidar ortağındaki bu köklü tutum değişikliğini hemen onaylamayıp, ikna olmak için uzunca denilebilecek bir süre sessiz kalması,
- D. Bahçeli’nin olağan dışı söylemleri, hemen herkesi şaşkınlık içinde bırakırken Kürt siyasetçilerin ve Öcalan’ın o konuşmayı bekliyormuş gibi davranmaları ve 40 yıldır varlıklarına bile tahammül edemeyen D. Bahçeli’yi bir anda “Kürt sorununu çözecek barış güvercini” olarak görmeleri ve göstermeleri,
- On yıllardır, adını anmaktan bile kaçınan, kendisinden “bebek katili” ya da bir adı yokmuş gibi “İmralı” diye söz edenlerin aniden Abdullah Öcalan’ın “kurucu önderliğini” kabullenmeleri,
- Süreçte yer alan Türk ve Kürt siyasetçilerin söylemlerinden konuya çok farklı yaklaştıkları açıkça anlaşılmasına karşın, birbirleriyle olağanüstü yakınlaşmaları,
bu tuhaflıkların yalnızca birkaçıdır.
***
BUGÜNÜN ORTADOĞU COĞRAFYASI NASIL BİÇİMLENDİ?
Birinci Dünya Savaşı henüz bitmeden, 1916 yılında Birleşik Krallık (İngiltere), Fransa, İtalya ve Rusya, aralarında “gizli” olarak imzaladıkları Sykes-Picot Anlaşması’na göre Osmanlı’nın Ortadoğu’daki topraklarını paylaşmayı planlamışlardı.
O plana göre özetle;
· Rusya, Trabzon, Erzurum, Van ve Bitlis ile Güneydoğu Anadolu'nun bir kısmını,
· Fransa, Doğu Akdeniz bölgesi, Adana, Antep, Urfa, Mardin, Diyarbakır, Musul ile Suriye kıyılarını,
· İngiltere, bugünkü İsrail’in güneyi, Filistin, Ürdün, Hayfa ve Akka limanları ile Güney Mezopotamya, Bağdat ve Basra’yı,
· İtalya, Güney Anadolu’yu
alacak,
· Fransa ile İngiltere’ye bırakılan topraklarda, Arap devletleri konfederasyonu ya da Fransız ve İngiliz denetiminde tek bir Arap devleti,
· Kudüs merkezli Filistin'de, bir uluslararası yönetim
kurulacak,
· İskenderun serbest liman olacaktı.
Birinci Dünya Savaşı sonunda, 1918’de Osmanlı’nın imzaladığı Mondros Ateşkesi’ne dayanarak İngiltere, Fransa, İtalya’nın ve onların yönlendirmesiyle Yunanistan’ın Anadolu’yu işgalleri ile 1920’deki Sevr Anlaşması da bu planın bir parçasıydı.
İngiltere ve Fransa,
- İran’da, 1923 yılında başbakan olan İngilizlerin güvenilir dostu Rıza Pehlevi’ye 1925 yılında 56 yıl sürecek Pehlevi Hanedanını kurdurarak,
- Arabistan’da, dört kabile arasında bölüşülmüş yarımadayı 1932’de, tek krallık altında birleştiren Abdülaziz El Suud'a, İngilizlerin desteğiyle Suudi Hanedanını kurdurarak,
- 1921 yılında, Ürdün’de İngiltere himayesinde Haşimi Hanedanını kurarak,
- 1923 yılında, Fransız işgalindeki Suriye ve Lübnan’da manda yönetimi oluşturarak,
- 1920 yılında, Irak’ta İngiliz mandası kurulmasıyla,
- 19. Yüzyıldan beri İngiltere himayesinde ülkecikler olan Bahreyn, Kuveyt ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin aynen korunması ve Katar’ın 1916’da İngilizlerce işgal edilmesiyle,
- 1922 yılında, İngiltere işgalindeki Filistin’de bir manda cumhuriyeti kurulmasıyla,
planın büyük kısmını başarıyla uygulamışlardı.
1917 Ekim Devrimi ile Rusya’da iktidarı alan Bolşeviklerin Sykes-Picot Anlaşması’ndan çekilmesi ve 1922’de “misak-ı milli” kapsamındaki toprakları emperyalist işgalden kurtaran Türk Kurtuluş Zaferini tescil eden Lozan Anlaşması ile bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması, planın Anadolu uygulamalarını bozmuştu.
Ayrıca, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra İngiltere’den kapitalist/emperyalist sistemin liderliğini alan ABD’nin karşısında ikinci bir güç odağı haline gelen Sovyetler Birliği’nin Irak ve Suriye ile kurduğu ilişki emperyalizmin planlarının öngörülenden farklı biçimde dönüşmesine yol açtı ve 1991’de Sovyetler Birliği’nin çöküşüne değin, Ortadoğu’nun kuzeyini Sykes-Picot Planı’nın bütünlüğünden kopardı.
***
TÜRK KURTULUŞ SAVAŞI, LOZAN VE KÜRTLER
20. yüzyılın ilk çeyreğinde Anadolu’da yaşanan gelişmeler, Türklere “işgalden kurtuluş ve bağımsızlık” getirirken Kürtleri “hüsrana” uğrattı.
Kürt siyasetçilere göre, “Türk Kurtuluş Zaferi’yle belirlenen sınırlar, Kürt nüfusun yaşadığı toprakları parçalamış, onlara felaket getirmiştir. Çeşitli ülkelere dağıldıkları için Kürtlerin ulusal bütünlüğü bozulmuş, bin yıllık bağımsız olma hayalleri yıkılmıştır. Kürtler, o yıllardan sonra bulundukları ülkelerde inkâr, imha ve zulüm yaşamışlardır”.
Bu görüş, PKK’nin 12 Mayıs 2025 günü yaptığı açıklamada “Partimiz PKK; kaynağını Lozan Antlaşması ve 1924 Anayasasından alan Kürt inkâr ve imha siyasetine karşı, halkımızın özgürlük hareketi olarak tarih sahnesine çıktı” sözleriyle örgütün kuruluş gerekçesi olarak yer almıştır.
Kürdistan Bölgesel Yönetimi başkanı Neçirvan Barzani, 8 Mayıs 2025 günü, Shams TV'de yayımlanan bir röportajda; “Kürt halkı, özellikle Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra, hangi tarafta yer almak istediği sorulmadan bölünerek zulme maruz kalmıştır. İlk önce Sevr Antlaşması'nda İtilaf Devletleri Kürt halkına kendi kaderini tayin hakkı tanıdı, ancak daha sonra Lozan Antlaşması'nda geri adım attılar. O bölünme bize acı bir gerçek bıraktı” diyerek, bu görüşü daha açık biçimde anlatmıştır.
Kısacası, Kürt siyasi hareketleri, “Osmanlıya Sevr Anlaşması’nı dayatan devletler, o anlaşmadan vazgeçmeselerdi, Kürtler kendilerine tanınan kaderlerini belirleme hakkını kullanacak ve bu duruma düşmeyeceklerdi ama onların geri adım atarak Lozan Anlaşması’nı imzalamaları Kürtlerin bugüne değin çektikleri acıları yaşamasına yol açtı” savlarıyla, Lozan Anlaşmasına karşı çıkıyorlar.
Kürt siyasetçilerin Lozan Anlaşması hakkındaki bu değerlendirmelerinin, milliyetçilik hastalığının uzantısı öznel tarih yorumlarından biri olmanın ötesinde anlamı yoktur.
Son yüz yıl içinde, Kürtlerin bölünerek bütünlüklerini yitirdikleri ve bulundukları ülkelerdeki iktidarların uyguladıkları yok sayma, yok etme, ötekileştirme ya da asimilasyon siyasetleri nedeniyle çok acı çektikleri doğrudur ama bunun kaynağı Lozan Anlaşması değildir. Kürtleri Lozan Anlaşması değil, Osmanlı topraklarını emperyalistler arasında paylaştıran Sykes-Picot Anlaşması bölmüş ve dört parçaya ayırmıştır.
Ortadoğu’nun yakın tarihi, bütünüyle ve doğru okunur, anlatılanlar nesnel biçimde değerlendirilirse, Kürtlerin yaşadıklarının ve bugünkü duruma gelişinin asıl nedenleri kolayca bulunabilir.
BÜTÜN ULUSLARIN KENDİ KADERLERİNİ BELİRLEME HAKLARI VARDIR. Bu doğal bir haktır ve hiçbir ulusa “başkalarınca tanınan bir ayrıcalık” değildir. Uluslar bu haklarını, yine kendi belirledikleri biçimde kullanırlar.
Birinci Dünya Savaşı sonrasında, başını İngiltere’nin çektiği emperyalist ülkeler Ortadoğu’daki Osmanlı topraklarını Sykes-Picot planına göre paylaşırken, Anadolu’yu da işgal ettiklerinde;
Türklerin siyasi önderleri,
Anadolu’nun hemen her yerinde kurulan müdafaa-i hukuk cemiyetlerinde örgütlenerek, ulusun kaderini belirleme hakkını, emperyalist işgale karşı savaşarak kazanılacak tam bağımsızlık yönünde kullanmışlardır.
Kürtlerin siyasi önderleri ise,
Türklerin yaptıkları “müdafaa-i hukuk cemiyetlerine katılma ve emperyalist işgale karşı birlikte örgütlenerek mücadele etme” çağrısını geri çevirerek, Kürdistan Teali Cemiyeti’nin şubelerinde Türklerden ayrı örgütlenmeyi ve ulusun kaderini belirleme hakkını, İngilizlerin himayesinde bir Kürt devleti kurma yönünde kullanmayı tercih etmişlerdir.
Yazılı nesnel tarih, “kaderlerini belirlerken” Türklerin doğru karar verdiğini, Kürtlerin ise tercihlerinde yanıldıkları için hüsrana uğradıklarını gösteriyor.
***
Emperyalist ülkeler, dünyanın hemen her yerinde, genellikle uzun erimli planlarına göre davranırlar. Yüz yıl geçse de çıkarları değişmedikçe planlarından vazgeçmezler. Bunun en güzel örneklerinden birisi, ülkemizin de içinde bulunduğu Ortadoğu’daki tutum, eylem ve davranışlarıdır.
Sovyetler Birliği’nin çökmesiyle Ortadoğu’daki ikinci güç odağı dağılınca, yıllar önce bozulan planlarını yeni duruma uyarlamak için 2003 yılında harekete geçen ABD ile İngiltere, öncelikle Irak’ı işgal ederek BAAS iktidarını devirdiler. Sekiz yıl süren işgal sırasında, yerli dostlarıyla birlikte şeriatçı, federal bir devlet kurdular. İşgal sırasında yanlarında olan Kürtler için de 2005 yılında ülkenin kuzeyinde bir federe devlet oluşturuldu.
Sıra Suriye’ye gelmişti.2011’de Suriye’ye sıçrayan Arap Baharı eylemlerinin iktidar mücadelesine dönüşmesiyle başlayan ve 14 yıl süren iç savaşta yer alan örgütlerden HTŞ’ye verdikleri destekle ABD, İngiltere ve Fransa hem karşıtları BAAS iktidarından hem de güncellenmiş Ortadoğu planları için engel gördükleri İran ve Rusya’nın Suriye’deki varlığından kurtuldu.
Emperyalizmin yüz yıllık Ortadoğu planının Irak’ta ve Suriye’de bozulan yanları onarıldı ama Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle doğan boşluğun, başta Çin olmak üzere başkalarınca doldurulma riski sürüyor.
Özellikle, Çin’in 2000’lerin başından beri süren hızlı kalkınma sürecinde, Afrika ve Ortadoğu’da çeşitli ülkelerle kurduğu iktisadi ilişkilere dayalı dostlukların, başını ABD’nin çektiği emperyalist ülkeler karşısında yeni bir güç odağı yaratmakta oluşu bu konudaki endişeleri daha da artırıyor.
ABD’nin bu tür endişelerle geliştirdiği önlemlerin Türkiye – Suudi Arabistan parantezinde uygulanması için İsrail, Türkiye, Suudi Arabistan gibi güvenilir müttefiklerinin desteğine gereksinimi var. Suudi Arabistan, üzerine düşen her görevi, her zaman yerine getirmeye hazır ama İsrail’in Hamas, Türkiye’nin PKK sorunları nedeniyle, Ortadoğu’da izledikleri “güvenlikçi siyaseti” bırakıp çoğu iktisadi, siyasi ve diplomatik alandaki önlemler için gerekli desteği vermeleri zor görünüyor. Öyleyse, öncelikle bu sorunların çözülmesi ya da ertelenmesi gerekiyor.
İşte bu nedenle, İsrail’in son iki yıldır soykırıma dönüşen Filistinlilere saldırılarına Ortadoğu’da etkin olan emperyalist ülkelerden caydırıcı ciddi bir tepki gelmiyor ve Suriye’deki varlığı son bulan İran’ın desteği de kalmayınca Hamas tümüyle etkisiz duruma geliyor.
ABD yönünden bakıldığında; Türkiye’deki durum İsrail’den çok farklı ve karmaşık. Sorunun iki tarafında bulunan ve ABD ile iyi ilişkiler içinde olan Türkiye ile PKK’nin, on yıllardır savaşarak bir yere varamadıkları görünüyor. Öyleyse sorun, şiddetten arınmış cazip önerilerle taraflar barıştırılarak çözülmelidir. Suriye’deki yeni devlet yapılanmasında, kuzeyde bir federe Kürt devleti kurulması karşılığında PKK’nin silahlı mücadeleyi bırakması sağlanabilir. Bu kararla Türkiye barışa kavuşur ve terör sorunu biter.
Türkiye’deki sorunun çözümüne ABD yönünden bu bakış bazı varsayımlara dayanıyor. Geçerlilik düzeyini Suriye’de bir federe Kürt devleti kurulup kurulmayacağı gösterecektir.
KÜRT SORUNU VE BARIŞ UMUTLARI
Devlet Bahçeli’nin kimlerle görüşüp, hangi telkinler altında karar verip yaptığı bilinmediği için “tuhaf siyasi dönüşlerinden birisi daha” diye nitelenen çıkışı ve Abdullah Öcalan’ın çağrısıyla PKK’nin bunu tereddütsüz kabul etmesi konuya ABD yönünden bakışla örtüşüyor.
“Terörsüz Türkiye ya da barış” diye nitelenen süreç kuşkusuz sevindirici bir gelişme. Barış sağlanacaksa, bunu kim istemez? Ama Kürt sorunu çözülmeden sağlanacak barış nasıl bir şey olur, işte bu belirsiz.
Süreçte yer alan Türk ve Kürt siyasetçilerin söylemlerinde “barış” sözcüğü aynı beklenti için kullanılmıyor. Kürt siyasetçiler konuşmalarında “kalıcı barışı” vurgularken, Türk siyasetçiler yalnızca “terörsüz Türkiye’den” söz ediyorlar.
Kısaca, “ülke nüfusunun yaklaşık yüzde 20’sini oluşturduğu düşünülen Kürtlerin yurttaşlık haklarını, etnik kimlikleriyle birlikte kullanamaması” diye tanımlanan "Türkiye’nin Kürt sorunu” barışın bozulmasının nedeni olarak gösteriliyor. Ama sorunun temelinde yatan “ülkedeki iktisadi ve toplumsal düzene yönelik ciddi bir eleştiri” iki tarafın söylemlerinde de yer almıyor.
Bir yanında, 50 yıla yaklaşan varlığında, emperyalizmin Ortadoğu planlarından, Kürtlerin yaşadığı yerlerdeki ilkel üretim ilişkilerinden, derin yoksulluktan, adaletsiz toprak mülkiyetinden ve ağalık düzeninden, Türkiye’nin emek sömürüsüne dayalı iktisadi ve toplumsal yapılanmasından herhangi bir şikâyeti olmayan, bunlara karşı söylemi ve eylemi bulunmayan, konuya yalnızca etnik haklar çerçevesinde yaklaşan, Kürt Teali Cemiyet’inin siyasetini günümüzün koşullarına uyarlayarak sürdüren Kürt milliyetçisi PKK’nin,
Öte yanında emperyalistlerle herhangi bir köklü çelişkisi olmayan, Türk / Kürt tüm emekçileri yoksulluğa mahkûm eden ve on yıllardır süregelen Türk ve Kürt egemenlerinin adaletsiz, haksız, hukuksuz zorba düzeninin koruyucusu, kollayıcısı, savunucusu ve konuya yalnızca etnik terör sorunu olarak yaklaşan Türk milliyetçisi siyasetçilerin bulunduğu bu süreçte böyle bir gündemin olmaması şaşırtıcı değildir.
Şaşırtıcı olan, bu gerçeğe karşın kimi Türk ve Kürt sosyalistlerinin, yaşanan bu süreçte onların Türkiye’ye barış getireceğini ummalarıdır.
Oysa bu haliyle söz konusu sürecin, “terörü bitirme, barış getirme” örtüsü altında, emperyalizmin Ortadoğu planlarının uygulanışına destek olmaktan öte bir anlamı yoktur.
Eğer gerçek bir barış ya da terörsüz Türkiye isteniyorsa yapılması gereken, böyle roller üstlenmek değil, öncelikle Türkiye’nin Kürt sorununu bitirecek, ülke çapında uzlaşmaya dayalı, etnik milliyetçi saplantılardan arınmış, yaşamsal kararların alınacağı bir süreç programlamaktır.
Kürt sorunu ancak Türkiye halkının tamamı için, haksızlığın, hukuksuzluğun, adaletsizliğin, baskının, sömürünün, ayrımcılığın, ötekileştirmenin, zorbalığın olmadığı yeni bir düzen inşa edilerek çözülebilir. Ancak böyle bir düzende, insanlar, sınıfsal, etnik, cinsel kimlikleri, inançları, yaşam biçimleri, parasal güçleri ne olursa olsun, ayrımcılıktan, ötekileştirmeden kurtulup eşit yurttaş olabilir, yurttaşlık haklarını sınırsız kullanabilirler.
Günümüzde sık sık, Yunus Emre'nin “Yaratılanı severim Yaradan'dan ötürü” sözünü yineleyenlerin içtenliği de ancak o düzende belli olur.