1980’li yılların başlarıydı. Müfettiş olarak çalıştığım İmar ve İskân Bakanlığı’nda, Anadolu’daki “orta halli” bir ilçe belediyesinin imar uygulamaları hakkında inceleme yapmak için görevlendirilmiştim. İncelemeye başlamadan önce, doğal olarak, konunun sorumlusu belediye imar müdüründen mevcut imar planlarını istedim.
Müdür, kayıtsız bir tavırla;
“Haa, şuralarda olacaktı” diye mırıldanarak odadaki klasör dolabının arkasından bir tomar pafta çıkarıp önümdeki sehpaya bıraktı.
Toz içinde kalmış paftaları görünce, “ruhsat verirken plana pek bakmıyorsunuz anlaşılan” biçimindeki tepkim üzerine; “bakın size bir şey anlatacağım” diyerek, paftaların neden o durumda olduğunu açıklamaya başladı.
İmar planı, on yıl kadar önce müdürlüğe atandığı zaman, İller Bankası desteğiyle yaptırılmış. Sabırsızlıkla beklediği İmar ve İskân Bakanlığı’nın onayından sonra belediyeye iletilen yeni plan sayesinde, “kentlerinin artık sağlıklı gelişeceği, birçok mekânsal sorunun çözüleceği ve kentteki yeni imar düzeninin gelecekte belki de kendi adıyla anılacağı” umuduyla çok heyecanlıymış.
O sıralarda bir gün, elinde arsa tapusuyla, yaptıracağı inşaat için ruhsat almak istediğini söyleyen yaşlı bir “amca” gelmiş. Amcanın arazisi imar planında park olarak ayrılan bir alanın içinde kalıyormuş. Durumu anlatıp ruhsat veremeyeceklerini söyleyince amca öfkeyle, “yeni plan geldiğini duyduğum için gelmiştim. Senden ruhsat isteyende kabahat” diyerek ve küfürler, beddualar ederek çıkıp gitmiş.
Sonraki günlerde de buna benzer çokça olay yaşanmış. Nedense, gelenler hep arazileri planda kamusal kullanıma ayrılan yerlerde kalanlarmış! Ruhsat alamayanlar, “onu, mülkleri olan araziyi kullanmalarını engellemek için planı öyle hazırlatmakla” suçluyor; odayı o amca gibi öfkeyle terk ediyorlarmış. Müdürün “mülkiyet düşmanı” olduğunu söyleyenler bile varmış.
“Doğru yapmışsınız. Kentin düzenli gelişmesi ve güzelleşmesi plan disiplini kararlılıkla korunarak sağlanır. Arazi sahiplerinin keyfine göre planlı gelişme olur mu? Kutlarım sizi ama paftalar neden dolabın arkasında tozlanmaya terk edildi, onu anlamadım” diye sordum. Müdür, “haklısınız” diyerek, yaşadıklarını anlatmayı sürdürdü.
Ruhsat istemi kabul edilmeyenler, sonrasında, arsalarında ne istiyorlarsa yaptırdıkları gibi, her geçen gün belediyeye ruhsat almak için başvuranlar azalmış. Planın ilk yılı daha dolmadan, arazisi arzuladığı yapıyı yapmaya uygun olan çok az kişi dışında, ruhsat başvurusu için neredeyse kimse gelmez olmuş ama kentte pek çok inşaatın yapımı sürüyormuş.
Böylece, yılda birkaç kentlinin başvurusu ve belediye ile öteki kamu kuruluşlarının yatırımları dışında, plan kararlarına bakmak için el altında bulunmasına gerek kalmayınca, paftalar yer kaplamasın diye dolabın arkasına kaldırılmış.
Müdür, “isterseniz birlikte gidelim, yapı ruhsatı vermediğimiz arsalardaki şimdiki durumu siz de görün” sözleriyle anlatımını tamamladı.
Ben, “gider görürüz de ruhsatsız yapımına başlandığını bildiğiniz o yapılar tamamlanıncaya değin encümen kararı aldırıp neden inşaatları durdurmadınız ve yıktırmadınız, önce bunu yanıtlar mısınız” diye sorunca, müdür ağlamaklı bir sesle;
“Sözlü olarak önerdiğim bu işlemi ne başkan ne encümen üyeleri kabul etti. Belediyede benden başka mimar ya da şehir plancısı yok. Ben de tek başıma, başkandan ve encümenden böyle bir resmi talepte bulunacak kadar cesur ya da enayi değilim doğrusu” sözleriyle, yaşadığı gerçeklik karşısındaki çaresizliğini kısa ve öz biçimde açıkladı. “Yazılı ifademi alırsanız böyle söylemem ama” diye de ekledi.
***
Sonraki yıllarda gerek müfettiş olarak gerek üstlendiğim mesleki görevler kapsamında, küçük/büyük, kentlerimizin çoğunda bulundum. O imar müdürünün anlattıklarından aktardığım olayın önemsiz farklarla belediyelerin hemen hepsinde yaşandığını gözledim.
Ayrıca;
- O dönemin İmar Yasası’na göre tek yetkili olan İmar ve İskân Bakanlığı’nın yaptığı “imar affı niteliğindeki” plan değişiklikleriyle,
- Kimi belediyelerde, hiç olmayan imar programları varmış gibi kabul edilerek, süresi içinde kamulaştırma yapılmamış olduğu savıyla ya da kaçak da olsa yapımı tamamlanmış yapı “milli servettir” gerekçesiyle alınan birçok idari yargı kararlarıyla,
plana aykırı, ruhsatsız yapılmış yığınla kaçak yapının “nasıl yasallaştırıldığını ve yıkılmasının engellendiğini” gördüm.
1985 yılında çıkarılan yeni İmar Yasası ile İmar ve İskân Bakanlığı’nın neredeyse bütün yetkileri yerel yönetimlere bırakılınca imar planlarının karar vericisi, uygulayıcısı ve denetleyicisi, çok büyük ölçüde yalnız başkanlar oldu. Böylece, “tek adam” yönetimindeki belediyeler çok rahatladılar. Yasa, “plan yapma ve onama” yetkisini “kent, kentleşme ve kent planlama” konularında hiçbir donanımı bulunmayan üyelerden oluşan belediye meclislerine veriyordu ama zaten meclisler başkanların mutlak egemenliği altındaydı. Tüm belediye çalışmalarında olduğu gibi, artık kentin planlanması konusunda da başkanların dediği olacaktı.
***
Dilimizde “plan” sözcüğü genellikle olumlu bir anlam çağrıştırır ve bu çağrışımla, imar planları da kentin geleceğine yönelik olumlu çabaların ürünü olarak görülür.
Planın, “kendiliğinden gelişme eğilimi gösteren olgulara bir düzen getirme çabası” olduğu doğrudur ama “planla getirilen düzenin kimlerin yararına olduğu ve nasıl kurgulandığı” pek sorgulanmaz. Oysa planların asıl üzerinde durulması gereken yanı burasıdır.
Eski İmar Yasası gibi, yenisine göre de her belediyenin imar planı olması zorunludur. Ülkemizde 90 yıldır yapılagelen imar planlarının, kamu yararı gözetilerek ve tüm kentliye hizmet amacıyla üretildiği varsayılır; ancak gerçek işlevi, kent toprağında rant üretmek ve onu üleştirmek için bir araç olarak kullanılıyor olmasının ötesine geçmemiştir. Bu niteliğiyle imar planları, neredeyse yalnızca kentte arazisi olanların ilgi alanındadır.
Kadroları kent, kentleşme, kent planlama konularında eğitim almış kişilerden oluşan İmar ve İskân Bakanlığı tek yetkiliyken, zaman zaman “imar affı niteliğinde plan değişikliği yapılması” ya da “kimi kentlerde arazi spekülasyonunun desteklenmesi” gibi yanlış plan kararları alınmış olsa da kentlerin çoğu için bütüncül bir yaklaşımla hazırlanan o dönemin imar planları çoğu belediyede tozlanmaya terk edilmiştir. Her mülk sahibinin, arazisinde hemen her istediğini yapabilmesinden yana olan, uygulayıcı konumundaki belediye başkanlarının çoğu, kentteki yapılaşmanın yönlendirilmesinde böyle bir araca gereksinim duymamışlardır.
Bir ay sonra 40 yılı dolacak olan yeni İmar Yasası ile kentin planlanması konusunda tam yetkiyle donatılan belediyeler (siz başkanlar olarak okuyun) geçen bu süre içinde artık planları tozlanmaya terk etmemiş, daha önceki başkanların tercihi olan “plansızlık” yeni dönemin “planlama anlayışına” dönüşmüştür. Yeni imar düzeninin temel karakterini belirleyen bu dönüşüm arazi sahiplerine, arzularını kaçak olarak değil, artık plan kararıyla ve belediyeden ruhsat alarak gerçekleştirme olanağı sağlamıştır.
40 yıldır, belediye başkanları, meslekleri ne olursa olsun, en çok imar planı değişiklikleriyle meşguldür. Meclis üyeleri, konu hakkında donanımlı olsun ya da olmasın, en çok imar komisyonuna seçilmek için çabalarlar. Orada görev alan üyeler çok çalışmak durumundadırlar ama karşılığında, imar komisyonu kadar popüler olurlar. Çünkü, 40 yıldır belediye meclislerinin imar komisyonları plan üretim atelyesi gibi çalışmaktadır.
***
90 yıldır yapılagelen ve yasa gereği bütün belediyelerimizin sahip olduğu
- imar planlarının varlığına,
- kadroları ve bilgi birikimiyle kent planlama alanında uzmanlaşmış İmar ve İskân Bakanlığı’nın 1985 yılına değin, yaklaşık 30 yıl süren çalışmalarına,
- son 40 yıldır seçilmiş belediye yöneticilerinin en çok ilgi duyduğu konu olmasına
karşın kentlerimiz; neden plansız gelişmiş, birbirine benzemiş, kimliksizleşmiştir ve büyük çoğunluğu aynı sıkıntılarla boğuşmaktadır? Aslında bunlar yalnızca sonuçtur. Onların arkasındaki asıl gerçeğe, “yapılı çevreyi planlar mı, yoksa orada yaşayan insanların bilgi, görgü ve kültürleri ile üretim ilişkileri içindeki konumlarına dayalı anlayışları mı biçimlendirir” sorusu yanıtlandığında ulaşılabilir.
Toplumun tarihi geçmişinden taşıyıp getirdiği ve bir türlü aşamadığı kimi kültürel alışkanlıklar ile yörede egemen başat üretim biçiminin belirlediği; eskinin güzelliklerini yok eden, geleceğe aktarılmaya değer hiçbir şey üretmeyen, tek amacı “köşe dönmek” olan bir anlayış on yıllardır Türkiye kentlerini biçimlendiriyor. Doğuda, batıda, kuzeyde ya da güneyde bulunan, büyük ya da küçük tüm kentlerimizde etkin olan bu anlayışa sahip egemenler ve belediye yönetimleri arasındaki benzerlik, kentleri de doğal olarak birbirlerine benzetiyor.
Kentin egemenlerinin başlıca amacı “köşe dönmek” olunca doğal ve yapılı çevreye duyarlılık da önemini yitiriyor, yıpranmışı onarmanın yerini yıkıp daha büyüğünü yapmak alıyor. KTV Koruma Kurullarınca tescil edilen değerleri, ormanları ve geçmişin sivil mimarlık ürünlerini bile yıkamazsa yakan bir anlayışın egemenliğindeki kentsel yaşamda çevreye duyarlılık beklemek de yalnızca bir özlem olarak kalıyor.
Kentli çoğunluğu, bu “köşe dönücülerin” sorumlu olduğu plansız, tek tipleşmiş, kimliksiz gelişmenin ürünü olan eski kentteki yapılaşmayı ve kentin tarım alanlarını işgal ederek büyümesini gelişme olarak algılıyor; bitmek bilmez bir inşaat faaliyetinin sahnesi olan kentteki sıkıntılara “iş alanı açılıyor” diye uysallıkla katlanıyor, “kent yenileniyor, modernleşiyor” diye mutlu oluyor.
Kentteki değişim, kendisini çirkinlik, çevre kirliliği, yıpranmışlık, kentsel hizmetlerin yetersizliği ve kalitesizliği olarak dışa vurunca da kentliler yalnızca birbirlerine yakınıyor, sorunların muhabbetini yapmakla yetiniyorlar.
Kentliler, her şeyin kendi tepkisizlikleri yüzünden ve yanlış tercihlerle sorumluluklarına ortak oldukları “köşe dönücüler ile onların egemenliğindeki belediye yönetimlerinin iş birliğinde” gerçekleştirildiğini anladıklarında ise iş işten geçmiş;
KENT, KİMLİKSİZ, ÇİRKİN VE PLANSIZ BİR YERLEŞME HALİNE GELMİŞ OLUYOR.