Hayat, çoğu zaman kelimelerle değil bakışlarla konuşur. İnsan, dünyaya gözlerini açtığı anda anlamaya başlamaz aslında; hissetmeye başlar. Annesinin gözlerindeki şefkati tanır önce. Henüz konuşamaz, hiçbir şey anlatamaz ama bakar — ve o bakışla anlaşır. Çünkü insan yazmaktan önce görmeyi, konuşmaktan önce hissetmeyi öğrenir. İşte bu yüzden bakışlar, insanın en eski, en içten, en doğru dilidir.


Fotoğraf da tam bu yerden doğar. Bir yüzün, bir bakışın, bir anın taşıdığı duyguyu görünür kılma çabasıdır. Biz fotoğrafçılar çoğu zaman sessizliğe kulak veririz. Bir yüzün gölgesinde gizlenmiş kırgınlıkları, gözlerde biriken soruları, dudak kenarındaki belli belirsiz gülümsemeleri ararız. Çünkü biliriz ki, bazen bir bakış, bir ömrün yükünü taşır.


Göz, yalnızca görme işleviyle sınırlı değildir. Kalbin, hafızanın ve hatta ruhun dışa açılan penceresidir. İnsan gözünden içeri bakabilmek, sadece o kişiyi değil, onun geçmişini, korkularını, sevinçlerini ve hayal kırıklıklarını da görebilmektir. Ve bir kare, bazen kelimelerle anlatılamayan duyguların belgesidir. Bu yüzden bir portre çektiğinizde yalnızca bir yüzü değil, bir hikâyeyi de çekmiş olursunuz. Hatta bazen kendi hikâyenizi…


Bakmak ve görmek arasındaki o ince farkı en çok biz fotoğrafçılar biliriz. Herkes bakabilir; ama herkes göremez. Görmek, sadece bir nesneye yönelmek değil, onun ardındakini fark etmektir. Bir bakışın içinde gizli kalmış cümleleri sezebilmek, işte o zaman mümkün olur. Fotoğraf da bu sezginin iz düşümüdür aslında.


Bu hafta elimde makinem, gözümde o eski alışkanlıkla dolaşırken karşılaştığım insanlar bana yeniden hatırlattı: Her bakış bir dildir. Bir çocuğun gözlerinde merak ve güven gördüm. Yaşlı bir adamın gözlerinde sessiz bir teşekkür… Yeni doğmuş bir bebeğin bakışında ilk kez tanık olunan bir dünyaya şaşkınlık. Ve hepsi tek bir karede; tek bir bakışta anlatılıyordu.


Bazen konuşamadığımızda, anlatamadığımızda ya da içimize attığımızda bakışlarımız devreye girer. Hatta çoğu zaman, en doğru ve en dürüst ifade bakıştır. Kimi zaman umutlu, kimi zaman yorgun, kimi zaman da suskun. Ama her zaman gerçektir.
İyi bir fotoğraf, doğru bir ışık, güzel bir kompozisyon ya da teknik ustalıkla değil; içten bir bakışı yakalayabilme cesaretiyle oluşur. O anın içine girebilmek, göz göze gelmek, hatta kendi bakışını bile o kareye bırakabilmektir mesele. Çünkü fotoğraf sadece görüneni değil, görünmeyeni de anlatmalıdır.


Ve belki de bu yüzden bazı fotoğraflar bizi yıllarca etkiler, bazen sessizce izlettirir, bazen kalbimize dokunur. Çünkü onlar “bakışların diliyle” konuşur. Ne bir altyazıya ihtiyaç duyarlar, ne de açıklamaya. Sadece bakarsınız, hissedersiniz, anlarsınız.
Sonra anlarsınız ki, biz o kareleri elimizle değil, gözümüzle çekeriz. Ama yalnız gözle de değil — bakmayı bilen bir yürekle, duymayı bilen bir ruhla, anlamayı seçen bir kalple…