Robert G. Hagstrom Jr, “Warren Buffett Tarzı” kitabında bir gerçeklik olarak bu bağlama değinmiş.
“Buffett; eski model arabasıyla, bir burger zinciri önünde siparişini alıp yine eski ofisine gelip odasında kitaplar okurken ve binlerce insanı, milyonlarca doları yönetirken, yine eski oturduğu evine, eskimeyen karısının yanına gidiyordu” diyor.
Yaşayışıyla gösterişten uzak bir sihirli dünya oluşturmuştu Hagstrom’a göre. Bilinen gerçektir aslında, Buffett’ın çoğu gelirini şirketi Berkshire Hathaway’e yatırdığı. Bu bir yaşam tarzıdır; beğenirsin ya da beğenmezsin ama tüm seçenekler kendi içinde haklılık payını iliklerine kadar taşır.
2005 yılında doğuda bir şantiyede bulunmuştum; bu satırları yazarken ilk aklıma gelen o görüntü oldu.
Kış ayına giriliyordu ve şantiye alanı olması gerektiği gibi çamur içindeydi. Şantiye şefi, kısa boylu, Yeşilçam vari yürüyüşü olan ve sıcak bir kıyı kentinde güneşi selamlayan gözlükleriyle sağa sola bağırıyordu.
Onun için çalışanların hiçbir önemi olmadığı belliydi; onlar sadece sesinin çığlıklarıyla dövebildiği emri altındaki inşaat işçileriydi.
Neyse, yine benim de otomasyon sistemleri için bulunduğum bir gün, bu Sezar gibi halkına eziyet ederken üst katlardan göklerden inen çimento desenleriyle yıkandı bir anda. Üstü başı, insanlık temeline atılan bir anıt gibi oldu; geometri açılarını üzerinde erdemli olsun diye çizdi sanki.
Saniyeler içinde köpürdü, bağırdı, çağırdı ve konteyner ofisine gitti.
Tabii birkaç kişiyle de tartışması, oradaki hükümdarlığını bitirdi ve o olmadan da bir eser yurda kazandırılmış oldu.
Bir diğer olay: 2008 yılında bir şirkette çalışıyorum ve Ankara Akay kavşağında 5 yıldızlı bir otel restore ediliyor. Biz de bina otomasyon yazılım ekibi olarak sahadayız.
Maaşlar geç ödeniyor, muhatap bulamıyorsun. Muhasebe müdürü para ödeyemeyince Nejat Uygur parodilerini uygulamaya başladı; “para veremiyoruz bari güldürelim” diye düşündü herhalde…
Daha neler neler yaşadık.
Bir Antalya serüvenimiz var, Shakespeare’in Macbeth’i gibi vicdanın lal kalmış sessizliğinde çalıştık.
Yaptığımız proje 5 yıldızlı otel; biz ise gökyüzünde milyonlarca yıl önce sönmüş yıldızlar gibiyiz.
Neyse, güzel günler de yaşadık diyelim ve nereye gelmek istediğimi yazayım…
Biz bu durumdayken şirket sahiplerinin başka bir iş kolunda, Pursaklar’da bir fabrikaları vardı.
Son model araçlarıyla lükslerinden vazgeçmediler; yatırımı diğer fabrikalarına yaparak, otomasyon iş kolunu önemsemediler.
Bugünkü gözlemim ve konumumla değerlendirince, Alman firmasıyla olan ortaklıklarıyla muazzam bir iş yaptıklarını anlıyorum.
Sorun şuydu: Onlar paçalarını sıyırmaya çalışırken, 25’e yakın personel nefessiz kalıyordu.
Doğa bu oksijensizliği affetmez. Affetmedi de.
Şanslarına savaş ülkesinde bir proje aldılar, 1 yılı aşkın süre ben de o bölgedeydim.
Sonra Pursaklar’daki fabrikaya devam ettiler, otomasyon işinden ellerini çektiler.
Birkaç yıl sonra da firmayı bir çalışanlarına devrettiler.
Peki biz şirketimizde ne yapıyoruz?
Özlük haklarını zamanında ödüyoruz.
Bunun için kimseden ekstra bir takdir beklemiyoruz.
Evet, proje darlığı var; ama iş yapıyorsak, o merdivenleri birlikte çıktığımız unutulmamalı.
Tabii, bir de etiğin diğer yüzü var: Çalışanların kurumlarına karşı sorumlulukları…
Bu da belki bir başka yazının konusu olur.
“O gider, bu gelir… Şirket bir şekilde yoluna devam eder” sananlar; çalışanını kandırıp, yola tek başına çıkanlar…
Bilişim çağının aynasında önce maskesiz kalır, sonra da sessizce sıfırlanırlar.
Unutmayın; büyük zekâlar birlikte düşünür.