Bazen insan günün içine öyle hızlı giriyor ki, daha ilk adımda kendi gölgesini bile geride bırakıyor. Sabahın serinliğinde açılan bir kapı, aceleyle içilen bir yudum çay, hızlıca kurulan cümleler, yarım kalan düşünceler… Daha güne başlamadan gün bizi başlamış gibi.
Koşuşturma dediğimiz şey belki de budur: Kendimizi bile beklemeyen bir hızın içinde savrulmak.
Bazen düşünüyorum, acele ettiğimiz şey gerçekten nereye varıyor?
Bitmeyen işler, yetişilmesi gereken insanlar, cevaplanması gereken mesajlar, verilen sözler, tutulamayan sözler… Her gün yeni bir liste, her gün yeni bir telaş.


Bir fotoğrafçı olarak yıllardır ışığı kovalarım; ama asıl kovalanan şeyin ben olduğumu fark ettiğim zamanlar çok oldu. Şuramda bir yerde, sanki görünmeyen bir el “Hadi Mustafa, daha çok iş var,” diye dürtüyor. Ve ben, çoğu gün o sesi susturmaya çalışmadan, ona inanarak koşuyorum. Çünkü bu dünya zamana yetişemeyenleri affetmiyor gibi öğretildi bize.
Ama belki de en büyük yanılgımız bu.
Koşuşturmanın içinde yürürken bazen bir bank üzerinde oturan yaşlı bir adam görüyorum. Öylece duruyor. Hiçbir yere yetişme derdi yokmuş gibi. O an içimden bir ses bana “Asıl hız bu değil, asıl hayat burada,” diyor.
Biz ise nefes nefese, kendi içimize bile geç kalıyoruz.
Bir gün, bir öğrencim bana “Hocam nasıl bu kadar çok şeye yetişiyorsunuz?” diye sormuştu. Yetişmiyorum aslında. Hatta çoğu şeye yetişemiyorum. Ama yetişemediğim şeyleri kimse görmüyor. Çünkü herkes kendi koşusuna dalmış durumda. Kimse kimsenin yorgunluğunu tam olarak fark etmiyor.


Hayat böyle bir yer: Herkes koşarken herkes yalnız.
Koşuşturmanın içindeki en acı taraf şu: Bir şeyleri yetiştirmeye çalışırken bir şeyleri kaçırdığımızı çok geç fark ediyoruz. Bazı sabahlar kızımın gözlerindeki o uykulu ışığı kaçırdığımı fark ediyorum. Bazen eşimin bana sakin bir şey anlatırken sesinin tonunu duyamadığımı…
Bazen kendimden bile haberim olmuyor.
İşte o an anlıyorum: Koşuşturma sadece dışarıda değil, içimizde.
Belki de insana en çok zarar veren şey yorulmak değil; yorulduğunu anlatamamak, durma isteğini söyleyememek.
Fotoğraf bana yıllar içinde çok şey öğretti ama en çok şunu öğretti:
Durmadığın sürece hiçbir şeyi gerçekten göremezsin.
Netleme yapmak için bile durman gerekir.
Işığın nereye düştüğünü anlamak için beklemen gerekir.
İnsanın içiyle konuşabilmesi için de bir sessizliğe ihtiyacı vardır.
Bazen düşünüyorum da, sanki bu çağın en büyük lüksü “yavaşlamak” oldu.
Oysa eskiden böyle değildi. İnsanlar birbirini dinlerdi, konuşmaların arasında boşluk olurdu, nefes alan cümleler vardı. Şimdi herkes koşturuyor. Çünkü koşturmazsa geride kalacağını sanıyor.
Ama insan geride kalarak da ilerleyebilir.
Bazen durmak, bir adım geri çekilmek, en büyük ilerlemedir.
Ben kendi hayatımda bunu sık sık unutsam da, hatırlamaya çalışıyorum.
Bir fotoğraf gezisinde bazen herkes aynı anda deklanşöre basar ama içlerinden biri, biraz geri durup aynı sahnenin sessizliğini dinlerse, en güçlü fotoğrafı o çeker.
Çünkü hız, derinliği öldürür.
Derinlik… Bu kelimeyi çok seviyorum.
İnsan da fotoğraf gibi; derinliği zamanla oluşur.
Yaşadıkça, yoruldukça, düşüp kalktıkça.
Ama koşarken derinleşemiyoruz.
Sadece geçip gidiyoruz.
Bazı akşamlar eve dönerken yolda şöyle bir bakarım sokak lambalarına. Işık hep aynı, ama benim hâlim her gün değişiyor. Bir gün dolu, bir gün yorgun, bir gün kırgın, bir gün umutlu.
Koşuşturma insanı aynı ışığın altında bile bambaşka birine dönüştürüyor.
Ama bir gün, bir yerde içimizdeki koşu duruyor.
İster istemez.
Ve işte o an, insan kendine şu soruyu soruyor:
“Ben bunca zamandır nereye gidiyordum?”
Belki de bu haftaki yazıyı tam buraya bağlamalıyım:
Koşmak kötü değil.
Ama koşarken kendini kaybetmek kötü.
Çünkü hayat dediğimiz şey, yetiştiğimiz yerlerde değil; kaçırdığımız detaylarda saklı.
Koşuşturmanın içinden çıkamıyor olabilirim, ama en azından şunu biliyorum:
Ara sıra kendimi geri çağırmam gerekiyor.
Bir nefes kadar.
Bir duruş kadar.
Bir fotoğraf karesi kadar.
Çünkü insan koşarak değil, durarak hatırlar kim olduğunu.