Türkiye’de çocuk cinayetlerinden kaybolan genç kadınlara, yavaş ilerleyen davalardan mağdur ailelerin güven eksikliğine kadar uzanan bir adalet boşluğu var.

Bu boşluk, halkı “etkili” gördüğü isimlere yöneltiyor.
Bu yazıyı susturulan mağdurların sesi olmak, evlat acısıyla yanıp tutuşan ailelerin çaresizliğini anlatmak ve adalet ararken yolda kalan halkın kırılmış vicdanını duyurmak için yazdım. Çünkü ben sadece anlatmak değil, o kırık seslerin yankısı, o suskun adaletin çığlığı olmak istedim.

Kaybın acısı ve çaresizliğin adı; 15 yaşındaki Ahmet Mattia Minguzzi, sadece kaykay sürmek isteyen bir çocuktu. Annesinin “nakış gibi işleyeceğim” dediği gözbebeği, meleklerin gözünden öptüğü oğluydu… Kaykay malzemesi almak için evden çıktığında kimse, o küçük adımın bir trajediye dönüşeceğini bilmiyordu.
Bir akşamüstü, birkaç bıçak darbesiyle hayatını kaybetti.

Bu acı yetmezmiş gibi, tehdit ve korku atmosferi başladı. Aile günlerce süren baskıların içinde savruldu. Anne, defalarca savcılığa koştu; her dilekçesinde yalnızca adalet değil, merhamet de aradı. Ama her seferinde duvar gibi bir sessizlikle karşılaştı.
Ahmet’in mezarı defalarca tahrip edildi; taşları kırıldı, toprağı kazıldı. Sosyal medyada yayılan nefret dolu paylaşımlar, sadece bir annenin yüreğini değil, toplumun vicdanını da parçaladı. Korku, öfke ve çaresizlik iç içe geçti; güven duygusu halkın elinden kayıp gitti.

Ama bir gün dengeler değişti. Sedat Peker’in avukatının davaya gönüllü olarak dahil olmasıyla tehditlerin sesi kesildi, korku perdesi aralandı. Aile biraz da olsa nefes aldı. Çünkü bazen birinin sadece “Yanınızdayım” demesi bile bir adalet mücadelesinin yönünü değiştirebilir.

Peker, o dönemde sadece bir isim değil, yardım eli uzatan bir insan olarak görüldü.
Mazlumun yanında duran, sessiz kalanlara ses olan, zenginliğini değil, insanlığını paylaşan biri gibi…
Bu yüzden halkın bir kısmı onu umutla, minnetle andı. Ama yine de herkes biliyordu: gerçek adalet, tek bir insanın vicdanına değil, toplumun ortak vicdanına emanet edilmeliydi.

Aylar süren mahkemenin sonunda karar açıklandı: İki sanık 24’er yıl hapis cezası aldı, iki kişi beraat etti. Karara itiraz edildi ama yüreklerdeki boşluk dolmadı. Bu dava artık sadece Ahmet’in değil, adalete inanan herkesin davasıydı.

Kimi “en azından ceza çıktı” diyerek avundu,
kimi “bu adalet değil, yarım kalan bir vicdan muhasebesi” diyerek sustu. Ama herkes biliyordu: bir annenin gözyaşını hiçbir mahkeme kararı silemez. Ahmet’in mezarına bırakılan her çiçek, bu ülkenin kaybolan vicdanına sessiz bir ağıt gibi düşüyordu.

Bugün herkesin dilinde aynı soru yankılanıyor:
“Adalet yerini buldu mu, yoksa bir kez daha yolda mı kayboldu?”

Tam da bu çaresizliğin ortasında, Van’da Rojin Kabaiş’in hikayesi duyuldu. Hayalleri kitap sayfalarına sığmayan, öğrenmeye ve keşfetmeye tutkun bir genç kızdı. 27 Eylül 2024’te kayboldu; 18 gün sonra cansız bedeni bulundu. İkinci otopsi raporunda, göğüs ve vajina bölgesinde iki farklı erkeğe ait DNA örneği olduğunu gösterdi. Ama o ilk günlerde… gerçeğin üstü sessizce örtülmek istendi. Yetkililer babaya “Rojin intihar etti” dediler. Oysa baba, o cümleyi duyduğu anda yüreğinde bir ses yankılandı:
“Benim kızım intihar etmez.”

Gözlerinde inanç, sesinde kararlılık vardı.
“Ben o kızı sırtımda taş taşıyarak okuttum,” diyordu. “Bana söz vermişti, okuyacaktı, öğretmen olacaktı. Hayatının başındaydı. Suyunu, kekini alıp yurttan arkadaşını birlikte gitmek için dışarı çağıran bir kız, neden intihar etsin?”

Baba, inancını hiç kaybetmedi. Sokak sokak gezdi, karakol kapılarında sabahladı. Bir elinde kızının fotoğrafı, diğerinde umudu vardı. Bıkmadı, yılmadı, susturulmak istendi ama susmadı. Çünkü biliyordu: Rojin’in sesi artık onun sesi olmuştu.

Ve zamanla gerçekler bir bir ortaya çıktı.
Otopsi, babanın inancını doğruladı; Rojin’in hayatı kendi elleriyle değil, elleri kirli olanlarca söndürülmüştü.

Ama asıl karanlık, ölümünden sonra başladı.
Rojin’in babasına “Sus, yoksa senin de sonun kızınınki gibi olur” diyen tehdit mesajları gönderildi. Bir baba, kızını toprağa verirken ikinci kez öldürüldü. Adalet arayışı bir baba için korkuya, bir anne için kabusa dönüştü.

Anne, kızının kokusunu kaybetmemek için elbiselerini yıkamıyor; adaletin bir gün geleceğine dair umudunu o kokuda saklıyor.
Devletin soğuk koridorlarında yankılanan o cümle, hepimizin yüreğini titretiyor:
“Biz sadece kızımız için değil, insanlık için adalet istiyoruz.”

Toplumun yüreği bir kez daha sızladı.
Çünkü herkes biliyor: Rojin sadece bir isim değil, susturulan binlerce kadının, karanlığa gömülen umutların sembolü oldu.
Bir baba, her sabah kızının fotoğrafına bakarken hala aynı soruyu soruyor:
“Bir çocuk bile güvende değilse, kim adaletin sesine inanır?”

Ama asıl karanlık, ölümünden sonra başladı.
Rojin’in babasına “Sus, yoksa senin de sonun kızınınki gibi olur” diyen tehdit mesajları gönderildi. Bir baba, kızını toprağa verirken ikinci kez öldürüldü. Adalet arayışı bir baba için korkuya, bir anne için kabusa dönüştü.

Rojin’in davası da Ahmet’inki gibi, adaletin yavaşladığı o boşlukta yankılandı. Halk, sesi duyulmayanların yerine konuşacak birini ararken gözlerini Peker gibi “etkili” isimlere çevirdi. Çünkü o, bazen bir açıklamasıyla korkuyu susturuyor, bazen bir yardımıyla umudu yeniden yeşertiyordu. Yoksullara koliler, şehit ailelerine bağışlar, köy okullarına destek…
Bu yardımlar, halkın gözünde bir insanın insanlığa dokunuşuydu.

Ve evet, halk onu sevdi. Çünkü mazlumun yanında duran herkese sevgi besler bu topraklar. Ama halk aynı zamanda şunu da anlamalıydı: Adalet, bir insanın iyi niyetine değil; bir sistemin güvenilirliğine dayanmalı.
Çünkü birey değişir, isimler gelir geçer… ama adaletin temeli sarsılırsa, toplum da sarsılır.

Artık sadece ağlamak değil, çözüm üretmek gerekiyor. Çünkü adalet, sadece mahkeme salonlarında değil; sistemin her kademesinde, toplumun her kalbinde yeniden inşa edilmeli.

Neler yapılmalı:
✔️ Davalar dijital takip sistemleriyle hızlı, şeffaf ve izlenebilir olmalı.
✔️ Mağdurlar ve tanıklar etkin şekilde korunmalı; tehdit mesajları cezasız kalmamalı.
✔️ Mahkeme süreçleri halka açık raporlarla denetlenebilir olmalı.
✔️ Sosyal medya dezenformasyonu önlenmeli; adalet duygusu manipüle edilmemeli.
✔️ STK’lar, hukuk örgütleri ve basın iş birliğiyle adalet arayışı görünür kılınmalı.
✔️ Eğitim ve medya aracılığıyla “vicdan temelli adalet” bilinci güçlendirilmeli.

Ancak bu adımlar atıldığında, halk bir isme değil, sisteme inanabilir.

SONSÖZ
Sedat Peker’in varlığı, halkın yitirdiği güvenin bir yansıması, yardım eli uzatmaya çalışan bir insanın çabası olarak hatırlanmalı.
Mazlumun yanında durmak, sessizlerin sesi olmak elbette kıymetli; ama adalet bir vicdanın değil, bir sistemin görevidir.

İnsanlar artık sadece mahkemelere değil, güçlü olana sarılıyor. Çünkü adaletin kendisi, sistemin yavaşlığı ve eksikliği içinde görünmez hale geldi.

Oysa bir toplum, adaletini güçlü olana değil, vicdanına teslim ettiğinde kurtulur. Gerçek adalet, halkın bir isme değil, kendi hukukuna, kendi insanlığına güvenebildiği gün gelecek.
O güne kadar, her kayıp, bu ülkenin aynasında bir kırık olarak kalacak.