Son günlerde, medya dünyasında çalışan kadınların yaşadıklarına dair yeni bir itiraf daha geldi. Eski Habertürk spikeri Nur Köşker’in sosyal medya aracılığıyla yaptığı açıklamalar, yıllardır kulislerde fısıldanan ama yüksek sesle konuşulamayan bir gerçeği yeniden yüzümüze çarptı: Türkiye’de birçok kadın gazeteci, mesleğini icra ederken yalnızca yeteneğiyle değil, cinsiyetiyle de sınanıyor.

Köşker açıklamasında, “Neden artık kendi memleketimde çok sevdiğim mesleğimi ahlaki bir çerçevede yapamadığım için göç etmek zorunda kalıyorum?” diye soruyor. Sadece kadın olduğu için, mesleğinde görünür olduğu için, başarıya ulaşmış olduğu için karşısına çıkarılan duvarlardan, öne sürülen “gayri ahlaki” beklentilerden söz ediyor.

İddiasına göre, çalıştığı kanallardan birinde yalnızca bir hafta yayına çıkabilmiş. Çünkü programın sponsoru tarafından yapılan kişisel bir talebi reddettiği için, program elinden alınmış. Bu tür örnekler, ne yazık ki medya sektöründe çalışan pek çok kadın tarafından yabancı karşılanmıyor. Kadın gazeteciler, televizyoncular, stüdyo çalışanları bunu duyunca şaşırmıyor. Çünkü kendi deneyimlerinden biliyorlar.

Bu yalnızca bir meslek meselesi değil. Bu, kadın olmanın bedeli.

Gazeteci olmamız, çok iyi eğitim almamız, yıllarımızı bu işe vermemiz, ekrana güven vermemiz, izleyici tarafından sevilmemiz… Bunların hiçbiri, bir kadının erkek egemen bir sektörde kendini güvende hissetmesine yetmiyor. Çünkü çoğu zaman başarıya değil, “kadınlığına” bakılıyor. Yeteneğinize değil, “ulaşılabilirliğinize”. Sınırlarınızı korumanıza değil, “bir talebi reddedip etmediğinize”.

Son günlerde gazeteci Mehmet Akif Ersoy’un tutuklanmasıyla yeniden tartışmaya açılan medya güvenliği, aslında tek yönlü bir mesele değil. Bir yanda basın özgürlüğü konuşulurken, diğer yanda sektörün içindeki kadınlar hâlâ mesleklerini icra edebilmek için kişisel sınırlarını savunmak zorunda kalıyor. Hatta çoğu zaman bu sınırları savundukları için işsiz kalıyor, dışlanıyor, sessizliğe zorlanıyor.

Sorulması gereken soru şu:

Bir kadın neden mesleğini severek yaptığı ülkesinde, güvenle çalışmak yerine, kıta değiştirmek zorunda kalır?

Bu sorunun yanıtını hepimiz aslında biliyoruz. Ama yüksek sesle söylemekten çekiniyoruz. Çünkü konuşan baskılanıyor, konuşan işsiz bırakılıyor, konuşan hedef gösteriliyor.

Oysa bu konu bir kişinin, bir kurumun, bir kanalın hikâyesi değil. Bu, yapısal bir sorun.

Ve çözümü de ancak kolektif farkındalık, güçlü dayanışma ve sıfır tolerans politikaları ile mümkün.

Kadın gazeteciler, kadın spikerler, kadın muhabirler… Yıllardır bu ülkede yalnızca haber sunmuyorlar; aynı zamanda kendi varoluş mücadelelerini de veriyorlar. Ve artık soruyoruz;

“Mesleğimizin bedeli neden kadınlığımız oluyor?”

Bu soruya yalnızca kadınların değil, tüm toplumun yanıt vermesi gerekiyor. Çünkü susulan her hikâye, yeni bir eşik kayması yaratıyor; normalleşmemesi gereken davranışlar normalleşiyor.

Nur Köşker’in açıklamaları bir başlangıç değil, birikimin dışavurumu. Ve bu birikim artık görmezden gelinemeyecek kadar büyük.

Medya sektörü, bu ülkenin aynasıysa…

Bu aynaya bakmanın zamanı gelmedi mi?