YALNIZLIK
yalnızlık paylaşılmaz,
paylaşılsa
yalnızlık olmaz…
kaldım sana
bir acı gibi
yüreğimde
rastlanmaz bir yolculuktur
kimsesizliğimin şehri…
geceye düşer adım
sokaklar üşür içimde
bir ben bilirim
bir de Allah
nasıl ağladığımı sessizce…
bu şehir beni artık taşımıyor,
sığmıyorum
kendime bile…
Atilla İlhan
Ama bazen yalnızlık bir mekan değildir. İnsanlığın kendi kendini unutuşudur.
Vicdanın soğuması, merhametin küllenmesidir.
Merhamet dediğimiz şey öyle bir anlık hüzün değil; insanın kendi vicdanıyla baş başa kaldığında, kendini tartmasıdır. Bazen bir çocuğun gözündeki korkuya bakarsın ve kendi çocukluğunun o titrek sesini duyarsın. Bir yabancının yalnızlığında kendi yaramıza dokunur gibi oluruz. Merhamet budur işte… Elini uzatacak cesareti bulmak.
Çünkü “Yüreği olmayanın gözü de görmez.” Göz kör ise kulak da sağır olur, duygu dediğimiz şey körelir gider.
Ve Ankara…
Memleketin kalbinin tam ortasında, bir nefesin, bir sesin, bir minicik çocuğun hikayesi kopup geldi önümüze. Adı Adnan. Daha on bir yaşında… Belden aşağısı tutmayan bir bedenin içinde sıkışmış küçücük bir can. Amcası onu güvercinlerle aynı kafese koymuş, yıllar boyunca insan yüzü görmeden yaşamış. Kimliği varmış ama memleketin haberi yokmuş. Babası ölmüş, annesi çaresizliğin bir başka ucuna savrulmuş. Komşular zaman zaman altını değiştirirmiş. Ama kimse duymamış.
Belki de o eski söz yüzünden.
“Ağlamayan çocuğa mama vermezler.”
Bu yaşanan şey, tek bir kötülüğün sonucu değil. Tam tersine bir “ihmal haritası.”
Bir yerden değil, her yerden sızmış bir eksiklik.
Muhtarın defterinde çocuk kayıtlı, ama gözden kaçmış.
Okulun devamsızlık listesinde bir isim boş duruyor, ama kapısı çalınmamış.
Sağlık ocağında engel kaydı var, ama takip edilmemiş.
Sosyal hizmetlerin bildirim mekanizması var, ama işlememiş.
Kolluk, adalet, hepsi bir halkada duruyor. Bir tanesi kırıldığında çocuklar kayboluyor.
Ve en ağırı…
“Ben görülmüyorum” duygusu çocuğun ruhuna yerleşiyor. İnsan için en karanlık çukur budur.
Merhamet gösteriş değildir. Fotoğrafı çekilen bir iyilik hiç değildir. İnsan bazen en büyük sınavını kimsenin görmediği yerde verir.
“Bir elin nesi var, iki elin sesi var.”
Merhamet dediğimiz şey, o iki elin sonunda bir çocuğa uzanmasıdır.
Ama Adnan’ın hikayesi bir komşunun çığlığıyla duyuldu. Kadın her yere gitmiş, kapı kapı dolaşmış ama sonuç yok. Sonunda çaresizliğin içinde çareyi sosyal medyada aramış.
Düşünün…
Bir vatandaş adaleti devlette değil, Instagram’da arıyor.
Ne tuhaf değil mi?
Bir dilekçe bir hashtag kadar etkili değilse…
Bir imza bir videonun yankısına ulaşamıyorsa…
O zaman burada bir şey eksilmiştir.
Bu soru, hepimizin vicdanına çarpıyor:
“Kimi aramalıyım? Devleti mi, sosyal medyayı mı?”
Yine de… ne olursa olsun…
Bir komşunun direnci, bir vicdanın sesi, bir kurumun sonunda devreye girmesi Adnan’ı o kafesten çıkardı. Fakat bu, büyük yaranın sadece pansumanıdır. Asıl mesele, sistemin deliklerini kapatmak, suyun nereden sızdığını bulmaktır.
Ve işte tam burada o sözler birer slogan gibi değil, birer gerçeklik gibi karşımıza dikiliyor.
✔️Yetimin hakkı yerde kaldı, biz susarken karanlık büyüdü.
✔️Bir çocuk unutulduğunda, sadece o değil, insanlığımız da yere düşer.
✔️Yetimin hakkı yerdeyse devletin gölgesi kısalmıştır.
✔️Bir çocuğun gözyaşı kurumadıkça hiçbir adalet tamam değildir.
✔️Yere düşen hak bir çocuğun değil, bütün bir ülkenin kırığıdır.
Bu sözler öfke değil, alarmdır.
Bir çağrı, bir dürtü, bir hatırlatmadır.
SONSÖZ
Bir çocuğa sahip çıkamayan toplum, insana dair bir şeyini yitirir.
Bir memleketin büyüklüğü caddelerindeki ışıklardan değil, en zayıfına nasıl baktığından belli olur.
Adnan’ın başında güneş açmadan, hiçbirimiz “Tamam, aydınlıktayız” diyemeyiz.
Gözlerimizi kapatırsak hiçbir şey değişmez.
Ama açarsak…
Bir adım, bir ses, bir komşu, bir vicdan, bir el…
Bir çocuğun kaderini değiştirir.
Bir çocuğun sesi duyuluyorsa, varlığı biliniyorsa memleket yaşıyordur.
Bir çocuğun çaresizliği duyulmuyor, görülmüyorsa memleket sınavını kaybediyordur.