Üniversite yıllarım, gerçeği, doğruyu, iyiyi, güzeli arayan arkadaşlarımla birlikte bu "yalan dünyayı" değiştirmek için çabalamakla geçti. Aradığımız her gerçek karşımıza polis copu, jandarma dipçiği, sıkıyönetim bildirisi, gözaltılar, tutuklamalar, yargılamalar, saldırılar olarak çıkıyordu. Doğruyla yanlışın, gerçekle yalanın mücadelesinde her gün insanlar ölüyordu.

Çocukluğumda bana, her koşulda doğru olmayı öğreten annem, artık benden esnek olmamı istiyordu. Birçok insanın başına gelenleri duydukça, benim de başıma gelebileceklerden ürken kadıncağız, sahtekârlar düzenine boyun eğer gibiydi. "Sahtekârlara, karşı çıkma, onların yalanlarını yüzlerine vurma" demiyordu ama öyle olursam başıma bir şey gelmeyeceğini düşünüyordu. Yalana karşı çıkmamanın da yalancılık olduğunu düşünse de artık bunu umursamıyordu. Anacım, biricik oğlunu yitirmektense, yaşamı boyunca savunduğu değerlerden vazgeçiyordu.

Ceza Yasası "sosyal bir sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerinde tahakkümünü..." diye başlayan ünlü maddeleriyle sınıf egemenliğini yasaklıyordu ama ülkede “sınıf tahakkümü” yüz yıllardır sürüp geliyordu.  Yasaların muradı sınıf egemenliğini yasaklamak değil, egemen sınıfın değişmesini engellemekti ve bu önlem ustaca ifade edilmiş bir yalanla yasaya yerleştirilmişti.

Egemenlerin iktidar güvenliği hafiften sarsılır gibi olursa, ilan edilen sıkıyönetimle devletin etkin güçleri yardıma koşuyor ve toplumu hizaya sokuyordu. Yalanla yoğrulmuş sahtekârlar düzenine uyum sağlamış büyük çoğunluk, etkin güçlerin karşısında hemen esas duruşa geçiyordu. Eğilip bükülmeyen, her yalana karşı çıkan ve doğrudan yana dik duran insan yok denecek kadar azdı.

TBMM'nin duvarında "egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" yazıyordu ama ne meclisi oluşturanlar ne de millet bu güzel sözün değerinin farkındaydı. Sözü edilen egemenlik, tarih boyunca hiç gerçek olmamış; algılanışı, belli aralıklarla yapılan seçimlerin ötesine geçmemişti.

Ulusun büyük çoğunluğunun kiracı, egemen azınlığın mal sahibi yerine konulduğu ülkede bu sözü kim umursardı ki!

İşte bu “mal sahiplerinden” birileri, “ulusal egemenliğe, demokrasiye, Atatürk ilkelerine, insan hak ve özgürlüklerine sahip çıkma” yalanlarıyla, on yılda bir darbeler düzenliyor; hükümetleri deviriyor, TBMM’yi kapatıyorlardı.

Hemen herkes inanmış görünüyordu onlara.

Darbecilerin düzeninde, talimatla çalışan mahkemeler, uydurma kanıtlar ve yalandan savlarla insanların yaşamlarını karartan kararlar veriyor; başbakan ve bakanlar, gençler, hatta çocuklar bile idam ediliyor, binlerce insan işkence tezgâhlarından geçiriliyordu.

Hemen her maddesi yalanlarla dolu Anayasa düzenlemeleri yapılıyor, “yalan dolan düzeni” anayasal zemine oturtuluyordu.

Yalanların sonu yoktu:

“Hak, hukuk, adalet, eşitlik, insan hakları, özgürlük, tam bağımsızlık, gerçek demokrasi” söylemleriyle, insana yaraşır bir düzene kavuşma mücadelesi veren ve bunun için, sermaye iktidarlarına karşı emekçi halkın iktidarını savunanlar, “bölücüler, hainler ve komünistlerdi”. Yayınladıkları kitaplarla, yazdıklarıyla, söylemleriyle halkı aldatmaya ve ülkeyi parçalamaya çalışmışlardı. Onlar ülkemizin baş düşmanlarıydı.

Sıkıyönetim bildirileriyle biçimlendirilen bütün yazılı ve görsel basında, onların toplumdan yalıtılması gerektiği anlatılıyor, düzeninin yalanlarını teşhir eden kitaplar suç aleti, suç kanıtı olarak sergileniyordu. Kitap okumak, gerçeği aramak, doğruyu söylemek suç oluşturan eylemler haline gelmiş; okuma alışkanlığı zaten yaygın olmayan toplumumuzda insanlar kitaplardan daha da uzaklaştırılmıştı.

Bir başka büyük yalan da ülkemizdeki Kürtlerin yok sayılmasıydı. Darbecilere göre, öyle bir kavim yoktu. Onlar dağ Türkleriydi. Karda yürürken ayaklarının çıkardığı “kart kurt seslerinden esinlenerek” onlara Kürt denilmişti. Konuştukları dil bozulmuş Türkçeden başka bir şey değildi! O yıllarda, bu yalanlarla ülkemizde yeni bir sorun alanı yaratıldığını söylemek “bölücü” olarak suçlanmak için yeterliydi.

***

Yaşamımda duyduğum en büyük yalanlar, her darbede eylemin gerekçelerini belirten açıklamalarda söylenenlerdi: Darbeciler, 27 Mayıs 1960’da, “meşruiyetini yitirdiği” savıyla hükümeti devirdiklerini, 12 Mart 1971’de, “anarşiyi durdurmak” için yönetime müdahale ettiklerini, 12 Eylül 1980’de, “siyasi cinayetlere son vermek ve şeriat tehlikesini önlemek” için yönetime el koyduklarını söylüyorlardı.

Açıklamalarda dönemin olaylarının konu edilmesi, söylenenleri gerçeklerin ifadesi gibi gösterse de hepsi ustaca uydurulmuş muhteşem yalanlardı. Devrilen hükümetlerin fanatik yandaşları ve bir avuç gerçek demokrat dışındaki büyük çoğunluk, “egemenliğin kayıtsız şartsız millette olduğu söylenen bir ülkede darbe mi olur? Halkın oyuyla yönetime gelmiş hükümeti silah zoruyla devirme yetkisini kimden aldınız” demiyor, darbeyi sorgulamıyor, açıklamalara ya inanıyor ya da inanmış görünüyor ve olanları sessizce kabulleniyordu.

Gerçekte bütün darbelerin ardında, borçlarını çeviremeyen, yeni dış krediler bulamayan, çokuluslu mali sermayenin alacaklarını ödeyemez duruma düşmüş Türkiye’deki iktisadi çöküşün yarattığı iktidar zayıflığına müdahale edilmezse köklü bir yön ya da düzen değişikliği olacağı korkusu vardı. 1971 darbesinin başı, bir yıl önce, 15-16 Haziran’ındaki büyük işçi direnişi sırasında bu korkuyu, “sosyal uyanış ekonomik gelişmeyi aştı, bunu durdurmak gerekiyor” sözleriyle, açıkça dile getirmişti ama o zaman bu sözler pek önemsenmemişti. 

Darbeler, dış dünyada da yaygınlaşan bu endişeleri gidermek, ülkenin geleceği hakkındaki korkulara son vermek için emperyalizmin güdümünde planlanmış ve gerçekleştirilmişti.

Darbeciler yalan dolu söylemleriyle eylemlerinin gerçek yüzünü insanlardan kolayca gizlemiş; kendilerine toplumdan geniş destek sağlamışlardı.

***

O günlerden bu yana geçen on yıllar içinde siyasi iktidar birçok kez el değiştirdi. Hepsi darbecilerin güçlendirerek yeniden oluşturdukları düzende ülkeyi yönetmekten memnundu. Zaten, toplumun da onlardan düzeni değiştirme beklentileri yoktu.

Yüz yılların “yalanlar düzeni”, tarih boyunca oluşan görünüşteki farklılıklar dışında, hiç değişmeden günümüzde de varlığını sürdürüyor.

Her düzeydeki iktidarlar, düzeni koruma adına her türlü yalanı, her koşulda, har zaman rahatlıkla söylüyorlar ve destek buluyorlar. Özel yaşamlarında yalan söylemekten çekinmeyen ve yalandan rahatsız olmayanlar, söylenenlere inanmasalar bile hiç rahatsız olmuyor, kolayca inanmış görünüyorlar.           

Düşünüyorum da her yalancıya annemin acı biber cezası verilse, toplum yalandan kurtulur; hakkı, hukuku, adaleti, eşitliği, insan haklarını, özgürlükleri, tam bağımsızlığı ve gerçek demokrasiyi esas alan bir düzen değişikliği olur mu acaba?

Ne dersiniz?