Aynı replikler, benzer sahneler, değişmeyen son…

Bu kez yalnızca oyuncular farklı. Ama finalin yine hüsran, yine kan ve gözyaşı olmaması için yazmak istiyorum.

Çünkü biliyorum ki; bir kez daha aynı oyuna sahne olmaması için susmak değil, hatırlatmak gerekir.

Çünkü bir kez daha biliyorum; silahların namlularından çıkan her kurşun, sadece bir askeri, bir öğrenciyi, bir insanı değil, bir ülkenin vicdanını da vurur.

Benim kuşağım, bu ülkede genç olmanın ne demek olduğunu iyi bilir.

Bir fikir söylediğin için, bir afiş astığın için, bir şarkı söylediğin için “hedef” olmanın ne olduğunu yaşadık.

Bu satırları neden kaleme aldığımı ve geçmişte yaşanan acı olayları bir kez daha anımsatmak istedim.

Çünkü bugün, üniversite kampüslerinde gördüğümüz manzara, geçmişin karanlık yıllarını hatırlatıyor.

Hacettepe Üniversitesi’nde, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde gençlerin, en temel haklarını, barınma, beslenme, ifade hakkını, savunmak isterken nasıl hedef haline getirildiğine tanıklık ediyoruz.

Öğrencilerin yalnızca hak aradığı, fikir beyan ettiği için “fişlendiği”, “etiketlendiği”, hatta fiziksel saldırılara uğradığı bir tabloyla karşı karşıyayız.

Palalı çetelerin üniversite bahçelerinde öğrencilerin üzerine yürüdüğü, yaralananların hastaneye dahi polis eşliğinde gözaltına alındığı iddiaları, bu ülkenin geçmişini bilenler için ürkütücüdür.

Sorular çoğalıyor, ama yanıt yok.

Korkular büyüyor, ama güven azalıyor.

Ve en acısı, Hacettepe’de, DTCF’de okuyan öğrenciler ve aileleri, “ya aynı çeteler yeniden ortaya çıkarsa?” diye hâlâ tedirginlik içinde.

Bu ülke, üniversite olaylarıyla başlayıp toplumu kana bulayan terör dalgalarından çok çekti.

Benim kuşağım o yılları yaşadı.

1970’ler...

Üniversite eylemleriyle başlayan sağ-sol çatışmaları, kısa sürede kontrolden çıkmıştı. 1971’e gelindiğinde olaylar artık “öğrenci protestosu” değil, terör boyutuna ulaşmıştı.

1979’da ise ülkede nefes almak bile zorlaşmıştı. Her gün onlarca gencin, öğretmenin, işçinin, sıradan yurttaşın öldürüldüğü haberlerle uyanıyorduk.

Mahalleler, semtler, şehirler ideolojik çizgilerle bölünmüştü. Sağcılar solcuların sokağından geçemez, solcular sağcıların mahallesine uğrayamaz hale gelmişti.

Üniversitelerdeki fikir ayrılıkları, sokaklarda silahlı çatışmalara dönüşmüştü.

Kahramanmaraş, Çorum gibi illerde kitle terörü yaşandı. İnsanlar kimlikleri, düşünceleri, hatta söylentiler yüzünden katledildi.

Siyasilerin uzlaşmaz tutumu, enflasyonun yüzde 80’lere varması. Yokluklar, kuyruklar dönemi.

Polis bile “Pol-Der” ve “Pol-Bir” diye ikiye bölünmüştü.

Ve sonunda, 12 Eylül 1980 sabahı, ülke tankların gölgesine teslim edildi.

O acı dönemde binlerce genç öldü, yüzbinlercesi cezaevine girdi, milyonlarcası susmak zorunda kaldı.

Kısacası, o yılların karanlığı hepimizin üzerine çöktü.

Bugün yaşananlar, o karanlık günlerin yeniden hortlamasından duyulan endişeyi haklı kılıyor.

Üniversiteler fikirlerin, özgür düşüncenin, bilimin yuvası olmalıdır. Kin ve nefretin değil.

Gençler, korkarak değil, konuşarak; tehdit edilerek değil, tartışarak geleceğe hazırlanmalıdır.

Bu nedenle, yetkililere düşen görev; farklı düşüneni susturmak değil, dinlemektir.

Korku iklimini besleyen değil, özgürlüğü savunan bir anlayışa ihtiyaç var.

Bir ülke gençliğini kaybederse, geleceğini de kaybeder.

Ve bir ülke, kendi gençlerinden korkarsa, en büyük tehlike o zaman başlar.

O yüzden bir kez daha söylüyorum:

Aynı filmi bir kez daha görmek istemiyorum.

Aynı replikler, aynı sahneler tekrar sahneye konulmasın.

Bu kez finali barış, adalet ve sağduyu yazsın.