Bazen bir insanın en çok anlattığı yer, sustuğu yerdir. Konuşmak kolaydır çünkü. Kelimeler alışkanlıktır, refleks gibidir. Ama susmak… o başka bir yerdendir. İçten, derinden, kökten.
Fotoğraf da işte tam orada başlar. Fotoğrafçının eline makineyi aldıran şey çoğu zaman bir güzellik değil, bir eksikliktir. Gözle görünen değil, içte kanayan bir duygudur kadraja yol gösteren. Çünkü fotoğraf, çoğu zaman “anlatamadığımızın” içini doldurur. Bir kadraj sadece bir görüntü değildir; bir sükûtun yankısıdır.
Ben bazen düşünüyorum: Biz gerçekten “çekiyor” muyuz? Yoksa içimizdekini dışa mı vuruyoruz? Belki de fark etmeden kendimizi çekiyoruz her seferinde. Bir yüzün arkasında kendi geçmişimizi, bir çocuğun bakışında kendi yarım kalan yanımızı, bir sokak sessizliğinde içimizdeki boşluğu…
Sustuğumuz yerler vardır. Ailede, dostlukta, hayatta, aşkta… Söyleyemediklerimiz, içimize gömdüklerimiz, kimse anlamaz diye yuttuğumuz cümleler… İşte o bastırılmış duygular, gün gelir bir ışıkta açığa çıkar. Parmağımız deklanşöre giderken, aslında içimizde bir kapı aralanır. Fotoğraf, sustuğumuz yerden sızan bir ışıktır çoğu zaman.
Bazen bir insan portresi çekersiniz; başkası o yüzü görür, siz ise o yüze bakan eski hâlinizi… Bazen bir dağ manzarası çekersiniz; başkası sadece doğayı görür, siz o zirveye hiç ulaşamamış bir hayalinizi… Fotoğraf, her zaman çekildiği andan büyük bir şeydir. Çünkü o an, o görüntü, çekene ait bir iç hikâyeyle birleşir. Ve izleyene ulaştığında bile bir suskunluk taşır hâlâ.
Belki o yüzden en iyi fotoğraflar, en çok susan insanların kadrajından çıkar. Konuşmadıklarını ışıkla anlatanların… İfade edemediklerini gölgede arayanların… Yaralarını kadrajın kenarına gizleyenlerin…
Sustuğumuz yerden çekiyoruz. Çünkü başka türlü anlatamıyoruz. Çünkü bazen hayatta, en net gördüğümüz şeyleri bile dile getiremiyoruz. Kırgınlığımızı, özlemimizi, umudumuzu, korkumuzu… Hepsi birer görsel dile dönüşüyor. Ve biz, kelimelerin yetmediği yerde kadrajla konuşuyoruz.
İçimizde biriken ne varsa, gözümüzün gördüğüyle değil, gönlümüzün duyduğuyla kadraja düşüyor. İşte bu yüzden fotoğraf, bir sanat olmanın ötesinde bir iç dökümdür. Terapi değildir belki ama tesellidir. Çünkü o an elimde makine varken, dünya susar. Ve ben içimden gelen sesle buluşurum.
Sustuğumuz yerden çekiyoruz, çünkü o suskunlukta hayatın en çıplak hâli gizlidir. Gözyaşının ağırlığı, kalbin sızısı, zamanın yankısı… Ve biliyoruz ki bazı fotoğraflar çekilmez, yaşanır. Ama biz yine de deklanşöre basarız. Unutulmaması gereken bir şey varsa, onu en çok o sessizlikte buluruz. Çünkü bazen bir kare, bin kelimeden daha fazla susar.
“Fotoğraf, içimize gömdüğümüz cümlelerin ışığa yansıyan hâlidir.”