Gün içinde elimizden düşürmediğimiz o ekranlarda herkes mutlu. Kahvesini yudumlayanlar, manzaralı tatillerde poz verenler, sevgilisiyle mutluluktan uçanlar... Sanki herkesin hayatı kusursuz. Ama içten içe hepimiz biliyoruz: bu kadar çok gülücüğün arkasında bir gariplik var.

Artık mutlu olmak yetmiyor, mutluymuş gibi görünmek gerekiyor. Herkesin üzerindeki baskı bu: “İyi görün. Gülümse. Güçlü dur.” Mutsuzluk paylaşılmıyor çünkü garip karşılanıyor. Sosyal medyada üzgünsen ya ilgi bekliyorsun ya da “drama yapıyorsun” deniliyor. O yüzden insanlar filtreleri açıyor, gerçek duygularını kapatıyor.
Farkında olmadan kendimizi kıyaslama yarışına sokuyoruz. Biri bir başarı paylaşıyor, biri aşkla dolup taşıyor, diğeri yurtdışında... İster istemez kendi hayatına bakıp “Ben neredeyim?” diyorsun. Oysa çoğu zaman o gösterilen şeylerin arkasında ne mücadele var, ne kırgınlık var bilmiyoruz. Herkes vitrine en parlak yüzünü koyuyor, depoda ne var bilmiyoruz.
Bu durum sadece kıyasla da kalmıyor. İnsan kendi duygularından şüphe etmeye başlıyor. Gerçekten mutlu olsan bile “Acaba yeterince gösteriyor muyum?” diyorsun. Mutsuz olsan da “Bunu belli etmesem daha mı iyi?” diyorsun. Sahicilik gidiyor, yerine sahne kuruluyor.
Ama hayat böyle değil. Gerçek hayat inişli çıkışlı, bazen neşeli, bazen sessiz. Herkesin kendi temposu, kendi hikayesi var. Her anını mutlu geçirmek mümkün değil, zaten gerek de yok. Mutluluk, sürekli gülümsemek değil çünkü. Bazen durmak, bazen üzülmek, bazen hiçbir şey hissetmemek de normal.
Belki de artık birbirimize sürekli iyiymiş gibi görünmeyi bırakıp, olduğumuz gibi görünmeye başlamalıyız. Çünkü gerçeklik, filtresiz olunca daha insani. Daha samimi. Ve belki de en çok buna ihtiyacımız var: Gerçekliğe.