Fotoğraf, çoğu zaman dünyaya yöneltilmiş bir bakışın ürünü olarak görülür. Oysa her kare, yalnızca dışarıya değil, aynı zamanda içimize de açılır. Bir fotoğrafı çekerken aslında kendimizi kadrajın içine gizleriz. Objektife çevirdiğimiz her bakış, farkında olmadan kendi ruhumuzun izdüşümünü de yansıtır.
Bu nedenle fotoğraf yalnızca görüneni değil, bakanın benliğini de kaydeder.
Psikolojide “yansıtma” kavramı vardır. İnsan, gördüğünü kendi iç dünyasının aynasında yorumlar. Bir başkası için sıradan olan bir manzara, bizim için hayranlık uyandırıcı bir sahneye dönüşebilir. Çünkü fotoğrafı değerli kılan şey, objektifin önündeki gerçeklikten çok, o gerçekliği görme biçimimizdir. Kadraj, aslında benliğin dışa vurum alanıdır.
Felsefi açıdan bakıldığında, fotoğraf zamanı askıya alır. Bir anı durdurur, fakat o anın içine bizim varoluşumuzu da yerleştirir. Her fotoğraf, “ben burada vardım” demenin sessiz bir biçimidir. Bu yüzden fotoğraf, yalnızca belgelemez; aynı zamanda varoluşun izini sürer. Kadrajın içinde, görünmez bir özne olarak hep biz vardır.
Teknik açıdan düşündüğümüzde, fotoğrafçının kadraj seçimleri bu içsel benliği ele verir. Hangi odak uzaklığını tercih ettiğimiz, hangi ışığı beklediğimiz, hangi detayları görmezden gelip hangilerini büyüttüğümüz… Tüm bunlar bizim bilinçaltımızın bir yansımasıdır.
Geniş açıyla dünyayı kapsamak isteyen de, makroyla bir ayrıntının içine gömülen de, aslında kendi ruhunun eğilimlerini fotoğrafa taşır.
Bir portre fotoğrafında, bakışın keskinliği ya da yumuşaklığı yalnızca modelin değil, aynı zamanda fotoğrafçının ruh hâlinin de göstergesidir. Manzara fotoğrafında sisin ardında kalan dağlar, izleyicide merak uyandırır; fakat o sis, fotoğrafçının kendi iç dünyasında henüz aydınlanmamış tarafların da metaforu olabilir. İşte bu yüzden fotoğraf teknik değil, aynı zamanda bir terapi biçimidir: Fotoğrafçı, kendini kadrajın içine saklar ve çoğu zaman farkında olmadan kendi benliğiyle yüzleşir.
Bu açıdan fotoğraf çekmek, hem dışa dönük hem de içe dönük bir eylemdir. Göz, dış dünyayı tararken kalp iç dünyayı anlatır.
Deklanşöre basıldığında kaydedilen yalnızca ışık değildir; o anda içimizden geçen duygu da ışığa siner. Bir başkasının baktığında hissedebileceği o duygu, aslında bizim içsel sesimizin yankısıdır.
Belki de bu yüzden bazı kareler teknik kusurlarına rağmen güçlüdür. Çünkü izleyici, fotoğrafın ardındaki benliği sezer. Kadrajın içindeki boşluk, belki de fotoğrafçının içindeki eksikliği işaret eder. Fazla doygun renkler, taşan bir coşkuyu yansıtır. Soğuk tonlar, içsel bir mesafeyi hissettirir. İşte fotoğrafın psikolojisi burada gizlidir: Her kare, fotoğrafçının ruh hâlinin şifrelerini taşır.
Fotoğraf sanatı, bizi hem dışarıya hem içeriye bakmaya davet eder. Kadrajın içine aldığımız her şey, aslında bizimle ilgilidir. Bu yüzden bir fotoğrafa bakarken sadece “Ne görünüyor?” sorusunu değil, aynı zamanda “Fotoğrafçının iç dünyasında ne var?” sorusunu da sormalıyız. Çünkü her karede görünmeyen ama hissedilen bir benlik gizlidir.
Sonuç olarak, fotoğraf yalnızca bir kayıt değil, bir aynadır. Dışarıya tuttuğumuz bir ayna kadar, kendimize tuttuğumuz bir aynadır da. Ve belki de fotoğrafı değerli kılan şey, tam da bu çift yönlü yansımadır: Kadrajın içindeki benliği görebilmek.