Yoksulluğa değil, onura sofrayı kur; Cumhuriyet, her evde ışık ve umutla başlar!
Bir milletin büyüklüğü, servetinde değil, insanının onurunda ölçülür. Bir ülke, fabrikalarıyla, tarlalarıyla, hayvan çiftlikleriyle, okullarıyla, hastaneleri, uzun uzun konvoylarıyla ve itibarıyla övünebilir; ama önce insanını ayakta tutmakla başlar. Karnı tok, umudu büyük bir millet işte gerçek güç budur. Gökdelenler yükselir, sanayi çalışır ama insanın gözündeki ışık sönüyorsa, ülke hala eksiktir. Çiftçi tarlasını ekemez, hayvanını büyütemez, üretici emeğinin karşılığını bulamazsa, ülkenin zenginliği sadece rakamlarda kalır. Altın rezervleri güven vermez, evlatlarının okulla, yaşlılarının emekli maaşıyla güvence bulması gerekir. Hastaneler ve üniversiteler rakamdan ibarettir; halk açsa, hasta yalnızsa, bilgi ve sağlık sadece kağıt üzerinde vardır. Fabrikalar üretir, yollar taşır; süt sağılır, buğday ekilir; ama önce insan ayakta durursa, ülke gerçekten yürür.
Bir ülke fabrikalarla, tarlalarla, hayvan çiftlikleriyle övünebilir; ama gerçek güç, evladı tok, çiftçisi üretken, öğretmeni umutlu, hastası güvende olduğunda başlar.
Cumhuriyet’in sofrası bir avuç zengine değil, bu ülkenin her evladına kurulmuştu. O sofrada bir çocuk aç kalmaz, bir ana “bugün ne pişireceğim” diye ağlamazdı. Ama bugün o sofrada boş tabaklar, eksik umutlar, yarım ekmekler var. Bir anne, süt reyonunda eli titriyorsa, bir baba çocuğunun defterini hesaplıyorsa; mesele artık açlık değil, insan onurunun incinmesidir. Yoksulluk yalnız cebin değil, ruhun da eksilmesidir. Bir çocuk evde, okulda, sırada, beslenme saatinde açsa, Cumhuriyet eksiktir. Bir emekli, ömrünü ülkesine verip ışığı kısmak zorunda kalıyorsa; o sqadece sefalet değil, vicdan sınırıdır.
Her satılan fabrika, sönen bir ocaktır; alın terinin yerine ithalatın soğuk nefesi sinmiştir bu topraklara. Çiftçi tarlasını ekemiyor, üretici emeğinin karşılığını bulamıyor. Okullar eşitliğin değil, ayrımın aynası oldu; biri robotik kodlama öğrenirken, diğeri kuru ekmekle susuz yutkunuyor, bizler o çocuğun çaresizce yutkunduğu yerdeyiz. Devletin sofrası büyük ama halkın tabağı boş.
Biz bu topraklarda, hiçbir çocuğun aç kalmadığı,sınıfında yutkunmadığı, hiçbir gencin umutsuz uyanmadığı bir Türkiye düşledik. Bir baba evladına harçlık verirken utansın istemedik. Bir öğretmen kirasını düşünmesin, bir emekli ışığı kısmak zorunda kalmasın diye yola çıkmıştık.
Çünkü Atatürk’ün dediği gibi:
“Bir ulusun gerçek gücü, toprağının altındaki madenlerde değil, insanının alnındaki ışıktadır.”
Bugün o ışık sönüyor; çünkü çocuk aç, genç işsiz, kadınlar ölüyor, işçi zorda, emekli çaresiz, halk borç içinde nefes alamıyor. Mesele artık sadece yoksulluk değil mesele onurumuzun, Cumhuriyet’in özüne kazınmış insan emeği değerinin erimesidir.
Yoksulluk sınırını, açlık sınırını, konuşmak yerine, onur sınırını yükseltmeliyiz. Açlığa değil, umuda yatırım yapmalıyız. Bir ülkeyi güçlü kılan rakamlar değil, insanının onurla yaşamasıdır.
Cumhuriyet, yalnızca bir yönetim biçimi değil, insana yakışan yaşamın sözüdür.
“Yoksulluğun değil, insan onurunun sınırını yükseltelim.”ve”Cumhuriyet’in sofrası, herkes için yeniden kurulmalıdır.”
Çünkü bir ülke, yurttaşını ayakta tutabildiği kadar bağımsız, insanına onurlu bir yaşam sunabildiği kadar Cumhuriyet’tir.
Ve biz, o sofrada kimsenin tabağı boş kalmasın diye; yeniden eşitliğin, emeğin ve vicdanın Türkiye’sini kurmak zorundayız.
SONSÖZ
Atatürk’ün ışığıyla gerçek bağımsızlık, yalnızca düşmana karşı değil; yoksulluğa, adaletsizliğe ve umutsuzluğa karşı kazandığımız zaferdir.
Cumhuriyet, halkının karnı tok, kadını mutlu, çocuğu umutlu, genci gururlu, yaşlısı huzurlu olduğunda sağlam duruşlu var olur.
Bizim görevimiz, o ışığı yeniden yakmak ve insan onurunun sınırını yükseltmektir.