Her insan ve her toplum kendine özgü yaşam çevresi oluşturur. Ülkelerin, kentlerin, mahallelerin, sokakların ve evlerin; hatta evde ya da işyerinde -varsa- kendimize ait odaların fiziksel karakterini belirleyen bu gerçek, “aslan yattığı yerden belli olur” atasözümüzle özlü biçimde ifade edilmiştir.

Çeşitli zamanlarda gittiğim Avrupa kentlerinde dolaşırken bu atasözümüz hep aklımda olmuştur. Oraların “aslanlarıyla” Türkiyeli “aslanlar” arasındaki farklılıkları belirlemeye ve anlamaya çalışmışımdır, çünkü “yatılan yerler” arasında çok büyük farklılıklar vardır.

Aslında ilk bakışta her şey aynıdır. Oralarda da otoyollar, tarihi yapılar, asfalt ya da taş kaplı yollar, otoparklar, kaldırımlar, engelli rampaları, meydanlar, anıtsal kamu yapıları, heykeller, otomobiller, toplu taşıma araçları, duraklar, iskeleler, büyük ya da küçük mağazalar, alışveriş merkezleri, parklar, bahçeler, ağaçlar, çiçekler; böcekler, kediler, köpekler, kuşlar var, bizim kentlerimizde de… Oralarda da deniz, körfez; yük ve yolcu gemileri, lokanta tekneler, iskelelerde lokantalar var, bizde de… Oralarda da kentin yerlisi ya da yabancısı insanlar yaşıyor, bizim kentlerimizde de…

Bütün bunlar aynı ama yine de arada çok büyük bir fark var. Onlardakiyle bizdeki yapılı çevre kalitesi çok farklı.

İyi ama bu farkı yaratan nedir?

Avrupa kentlileri, kendilerine, başkalarına, doğaya, tarihe ve bilime; yönetenler yönetilenlere saygılı, yapılan her işte bu saygının ürünü olan özen görülüyor. Yalınkat, yalapşap işler hoş görülmüyor. Kurallar uyulmak için konuluyor ve kurallara uyuluyor.

Örneğin, engelli otoparklarına onların dışında kimse park etmiyor. Kimse arabasını kaldırıma bırakmıyor. Tersine davranan olursa, yaptırımların ödünsüz uygulanacağını herkes biliyor.

Sık sık değiştirilen yapılaşma haklarıyla, kentin mevcut yapılarının yıkılıp yerine daha yükseklerinin yapılmasının önü açılmıyor. Böylece kentler, bitmek bilmeyen inşaat alanı olmuyor.

Yaya öncelikli düzenlenen kent içi trafikle, taşıtların değil insanların güvenli ve hızlı ulaşımı amaçlanıyor.

Her yaştan kentlinin yürüyerek ulaşabileceği yerlerde düzenlenmiş ve kullanıma sunulmuş parklar ve bahçeler, her mevsimde kente ferahlık kazandırıyor.

Yüz binlerce kilometrekarelik ormanlarla kaplı ülkelerde kentler, bu ormanların içinde gizlenmiş gibi konumlanmış. Ormanları yok edip yerleşme alanları açmak; denizi fosseptik olarak kullanmak, “denize sıfır” yapılarla kıyıyı bireyselleştirmek kimsenin aklından bile geçmiyor.

Yalnızca tarihi yapılar değil tarihi bölgeler korunuyor.

Gelir düzeyine bağlı, artan oranlı yüksek vergileri herkes zamanında ödüyor ve kamu hizmetleriyle karşılığını alıyor. Ödenmeyen vergiler ikide bir affedilmiyor. Siyasi iktidarlar, toplamadığı kazanç vergisinden doğan açığı yüksek faizli iç borçlanmayla ve dolaylı vergilerle kapatmaya çalışamıyor.

Toplanan vergilerle oluşan merkezi ve yerel yönetim bütçeleri, iktidardakilerin kişisel heves ve tercihlerine göre değil, kentin ve kentlinin geleceği düşünülerek harcanıyor.

Kayıt içi ve kayıt dışı diye birbirine paralel iki ayrı ekonominin varlığı kabullenilmiyor.

Kimin ne yediği ne içtiği ne giydiği, nasıl yaşadığı, neye inandığı ya da inanmadığı kimsenin umurunda değil ama herkes, herkesin ne yaptığıyla ne ürettiğiyle, toplum içinde nasıl davrandığıyla, ne kadar vergi ödediğiyle; kamunun, topladığı vergiyi nasıl değerlendirdiğiyle, topluma sunulan hizmetlerin türü ve niteliğiyle yakından ilgili.

Avrupa kentlileri ne istediklerini ve yöneticilere isteklerini nasıl yaptıracaklarını biliyorlar. Kısacası, onların ilgi alanları bizimkinden çok farklı.

İlgi alanları bu denli farklı olan toplumların farklılıkları doğal olarak, oluşturdukları fiziksel çevrelere yansıyor.

Atalarımız çok doğru söylemişler; “aslan yattığı yerden belli oluyor”.