2026 yılı merkezi yönetim bütçesi Meclis’e sunuldu. Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz’ın Plan ve Bütçe Komisyonu’nda yaptığı sunuş konuşması, “istikrar ve refah” vurgusuyla doluydu. Ancak bu bütçenin gerçekten kimleri kapsadığı, kimleri dışarıda bıraktığı sorusu hâlâ ortada duruyor. Çünkü konuşma boyunca sıkça tekrar edilen “herkes gözetildi” söylemi, ne yazık ki somut verilerle desteklenmiyor.
Konuşmada işçi, memur, çiftçi, esnaf, sanayici, emekli gibi toplumun tüm kesimlerinin ihtiyaçlarının “hakkaniyetli biçimde gözetildiği” ifade ediliyor. Ancak bu kesimlerin bütçede nasıl yer bulduğu, hangi somut adımların atıldığı, hangi kaynakların ayrıldığı belirtilmiyor. “Gözetildi” deniyor ama nasıl gözetildiği meçhul. Bu da, bütçenin sosyal adalet iddiasını sorgulamamıza ve hakkaniyet arayışına neden oluyor.
Özellikle ücretliler ve emekliler için durum net değil. Asgari ücretin alım gücü ne olacak? Emekli maaşları enflasyon karşısında nasıl korunacak? Kamu çalışanlarının haklarında bir iyileştirme var mı? Bu sorulara konuşmada yanıt yok. Sadece iyi niyet var. Oysa son yıllarda yaşanan yüksek enflasyon, sabit gelirli yurttaşların yaşamını doğrudan etkiliyor. Bu kesim için “istikrar” demek, ay sonunu getirebilmek, temel ihtiyaçlarını karşılayabilmek demek. Bütçede bu gerçekliğe dair bir çözüm önerisi göremiyoruz.
Üretici kesim için de benzer bir tablo söz konusu. Tarımda “uzun dönem ortalamasının üzerinde performans” kaydedildiği belirtiliyor. Ancak bu performansın nasıl desteklendiği, küçük üreticinin hangi araçlarla ayakta tutulduğu belirsiz. Tarım destekleri artıyor mu? Girdi maliyetleriyle başa çıkmak için ne gibi önlemler alınıyor? Alım garantileri, kooperatifçilik, sulama yatırımları gibi temel başlıklarda bir açıklık yok. Sanayi yatırımlarından bahsediliyor ama KOBİ’ler için özel bir destek paketi var mı, bilmiyoruz. “Yatırımı, üretimi, ihracatı destekliyoruz” demek kolay; ama bu desteklerin kimlere, nasıl ulaştığına dair bir tablo sunulmadığında, bu söylem havada kalıyor.
Konuşmanın en dikkat çekici bölümlerinden biri, Türkiye’nin 2020–2024 arasında %30,3 büyüdüğü, dünya ortalamasının (%15,1) neredeyse iki katına ulaştığı iddiası. Bu kulağa hoş geliyor. Ancak bu büyümenin vatandaşın cebine, sofrasına, yaşam kalitesine ne kadar yansıdığı sorusu cevapsız. Kişi başına düşen gelirde 2025’te 17 bin dolar eşiğinin aşılacağı söyleniyor. Bu hesaplamada geçici koruma altındaki Suriyeli nüfusun da dâhil edildiği belirtiliyor. Ama ülkemizde geçici koruma altında olmayan ve herkes tarafından bilinen onbinlerce sığınmacı ve mültecinin katkısı hesaplanamıyor. Bu teknik detay, rakamların ne kadar “gerçekçi” olduğunu sorgulatıyor. Ayrıca, gelir dağılımı, yoksulluk oranı, bölgesel eşitsizlik gibi göstergeler bu büyümenin kimler için anlamlı olduğunu sorgulamamıza neden oluyor.
Bütçede yapay zekâ, dijital dönüşüm, iklim uyumu gibi başlıklar da var. Bunlar olumlu. Ancak yine aynı sorun, hangi projeyle, hangi bütçeyle, hangi takvimle? Vizyon çizilmeye çalışılmış ama yol haritası yok. “Yeşil ve dijital dönüşüm” gibi kavramlar, eğer altı doldurulmazsa sadece vitrin süsü olmaktan öteye geçemez.
Afetlere dirençli şehirler, iklim uyumu, sosyal konut gibi başlıklar da konuşmada yer alıyor. Ancak 2023 depreminin ardından hâlâ “deprem hariç harcamalar kontrol altında tutulacak” denmesi, afet riskinin hâlâ olağanüstü bir durum olarak görüldüğünü gösteriyor. Oysa afetlere hazırlık artık olağanüstü değil, olağan bir ihtiyaçtır. Büyüme rakamlarındaki 5,3 inşaat büyümesinin kamu harcamaları yolluyla oluştuğu da gözlenmekte.
Sonuç olarak, 2026 bütçesi “herkesi kapsıyoruz” söylemiyle sunuluyor. Ama bu kapsama alanı, detaydan yoksun. Ücretli, emekli, üretici gibi toplumun omurgasını oluşturan kesimler için somut adımlar yerine temenniler var. Türkiye Yüzyılı vizyonu, ancak şeffaf, katılımcı ve hesap verebilir bir bütçe anlayışıyla gerçek bir yüzyıla dönüşebilir.
Bu bütçede umut dağıtılıyor, ama güven eksik. Ve güven, sadece sözle değil; rakamla, icraatla, hesapla ve en önemlisi ise adil bir toplumsal paylaşımla kazanılır.