Bazen sadece yürüyoruz. Dağların sırtında, gökyüzüne en yakın patikalarda… Altımızda bir göl duruyor, durgun ama derin; üstümüzde bulutlar geçiyor, aceleci ama sessiz… Adımlarımızı izleyen bir rüzgâr var; hem rehberimiz, hem sırdaşımız gibi. Ve biz, elimizde bir kamera, sadece manzarayı değil, ruhumuzun uğultusunu da kaydediyoruz.
Fotoğrafın büyüsü burada başlıyor. Görünene değil, görünmeyene odaklanıyoruz. Bir çiçeğin gövdesindeki çatlak, bir çobanın gözündeki dalgınlık, bir taşın üstündeki yosun… Dışarının içeriyle konuştuğu o ince çizgide deklanşöre basıyoruz. Çünkü biliyoruz: Her kare, sadece bir görüntü değil; bir hatıra, bir duygu, bir fark ediştir.
Geçtiğimiz günlerde, yaklaşık 3000 rakımda bir yürüyüş yaptım. Drone’la çekim yaparken göl, dağ ve gökyüzü kusursuz bir uyumla kadraja girdi. Bir sanat eseri gibiydi; doğanın insan eli değmeden çizdiği bir tablo… Ancak o anın gerçek sihri, arkamı dönünce başladı. Yükseklik korkusu olan, zirvede ayakta bile duramayan bir arkadaşım emekleyerek geliyordu arkamdan. Korkusunu yenmek için adım adım, dizleriyle, nefesiyle, kalbiyle mücadele ediyordu.
İşte o an şunu fark ettim: Bazen biz yürüdüğümüzü sanırken, başkalarının cesaretine tanıklık ediyoruz. Gördüğümüz sadece yol değil; bir ruhun savaşına, bir insanın içsel sınavına da şahit oluyoruz. Ve belki de bu yüzden, en etkileyici fotoğraflar, sadece ışıkla değil, empatiyle çekilir.
Hayat da bir yürüyüştür. Herkesin patikası farklıdır. Kimisi rüzgârı arkasına alır, kimisi yokuşta düşe kalka ilerler. Kimimiz geçmişin yükleriyle, kimimiz gelecek kaygısıyla yol alırız. Ve çoğu zaman, bir başkasının yürüyemediği yerden koşarak geçeriz; bir başkasının cesaretini anlamadan, kendi hızımıza hayran oluruz. Oysa bazen bir diz çöküş, bir ayağa kalkıştan daha çok şey anlatır.
Fotoğraf bu yüzden kıymetlidir. Gözle değil, yürekle çekilir. Çünkü kamera, sadece görüntüyü değil; ruhun titreşimini de kaydeder. Çoğu kişi bir manzaranın fotoğrafını çeker; ama sadece bazıları o manzarayı hissederek anlatabilir. Işık, gölge, renk, açı — hepsi birer teknik detaydır. Asıl mesele, o karenin arkasındaki niyettir.
Ben fotoğrafı, içe dönük bir yolculuk olarak görüyorum. Bir tür yüzleşme. Kendimizle, geçmişimizle, kırgınlıklarımızla, sevinçlerimizle… Deklanşöre bastığımız an, aslında bir anıya selam gönderiyoruz. Belki çocukluğumuza, belki kaybettiğimiz bir dostumuza, belki de hiç ulaşamayacağımız bir hayale…
Doğa bize bu yüzleşmeyi mümkün kılar. Bir dağın tepesinde rüzgârla konuşurken, bir göl kıyısında yansımamıza bakarken, ya da sisin içinde yolumuzu kaybederken… Kendimizle baş başa kalmak için hiçbir aracıya ihtiyacımız yoktur. Sadece bir kadraj yeterlidir bazen. Ve o kadrajdan içeri baktığımızda gördüğümüz, çoğu zaman dışarıda değil içimizdedir.
İşte bu yüzden soruyorum: Yürüdüğümüz yol, gerçekten sadece gördüğümüz kadar mı? Yoksa bir kareye sığmayan o derinlik, hepimizi aşan bir anlam mı taşıyor?
Bazı kareler vardır, ne zaman baksanız sizi susturur. Anlatmaz ama hissettirir. Ne çekildiği yeri, ne teknik ayarlarını sorarsınız. Sadece bakarsınız. Ve içinizden bir şey kıpırdar. İşte bu yüzden fotoğraf, sadece bir hobi ya da sanat değil; bir terapidir aslında. Yaralarımıza dokunmadan iyileşmek mümkün değil. Fotoğraf da o dokunuştur. Kimi zaman bir dağda yürürken, kimi zaman bir bebek ağlarken, kimi zaman bir yaşlının gözlerinde… Her anın içinde bir şifa gizlidir.
Hayatımız fotoğraf olduysa eğer, bu sadece çok kare çektiğimiz için değil; her karenin bizi biraz daha kendimize yaklaştırdığı içindir.
Çünkü bazı yollar ayağımızla değil, ruhumuzla yürünür.