Her fotoğraf bir çerçevedir; neyi içine alacağına karar verdiğin kadar, neleri dışarda bırakacağına da… Ve bazen o dışarda bıraktıkların, kadraja aldıklarından daha çok şey anlatır.
Fotoğraf çekmeye başladığımızda fark ederiz ki, göz her şeyi görse de kalp yalnızca belli şeylere odaklanır. İşte o anda başlar sadeleşme. Sadeleşme sadece teknik bir tercih değil, bir hayat görüşüdür aslında. Nasıl ki yaşamda fazlalıklar ruhu yorar, fotoğrafta da her şeyin göründüğü bir kadraj anlamdan uzaklaşır. Çünkü fazlalık, dikkati dağıtır; dikkat dağılırsa duygu kaybolur.
İyi fotoğraf, her zaman her şeyi gösteren değildir. İyi fotoğraf, sadece anlatmak istediğine yer açan; geri kalan her şeyi bilinçle dışlayan bir bakışın ürünüdür. Ve bu bilinç, zamanla içselleşen bir sezgiye dönüşür. Artık neyi çekeceğini değil, neyi çekmeyeceğini bilirsin. Ve o an, gerçekten başladığın yerdir.
Hayat da böyledir. İnsan yaş aldıkça eşyalarını, çevresini, beklentilerini, hayallerini sadeleştirir. Eskiden göz kamaştıran şeyler, artık sadece gürültü gibi gelir. İç sesin daha yüksek çıkmaya başlar. Dış görüntülerden değil, içeridekinden beslenirsin. O yüzden diyorum ki, görüntüden çıktığın yerde başlar asıl fotoğraf. Çünkü görüntü geçicidir, his kalır. Görüntü değişir, öz sabit kalır.
Ben bir fotoğrafa baktığımda önce neyin olmadığını ararım. Arka planın sessizliği, bir boşluğun anlamı, kadraja alınmamış bir gölgenin çağrışımı… Bir çocuğun yüzü değil; göz kenarındaki suskunluğu ilgimi çeker. Bir kadının tebessümü değil; o tebessümün sakladığı yorgunluk anlatır bana her şeyi. Çünkü görüntü düz anlatır; anlam ise ima ile konuşur. Ve biz o imaları yakaladığımızda gerçekten dokunuruz hayata.
Fotoğraf sadece “ne gördüğümüz” değil; “neyi seçtiğimiz”dir. Çerçeve seçmektir; ışığı yönetmektir; ama hepsinden öte, fazlalıkları elemektir. Ve bu eleme cesaret ister. Her şeyi göstermek kolaydır. Ama az şeyle çok şey söylemek maharet ister. Tıpkı susarak konuşmak gibi… Tıpkı bir çığlığı bakışla anlatmak gibi…
Bir portre çektiğimde, modelin yüzüne değil, duruşuna bakarım. Çünkü bedenin taşıdığı şey ruhun dışavurumudur. Bir sokağı çekerken, kaldırım taşlarını değil, onların arasında sessizce uzanan bir ayakkabı izini ararım. Çünkü hayat hep detayda saklıdır. Büyük karelerde gözden kaçar, küçük anlarda yakalanır.
Bu yüzden diyorum ki, kadrajı daraltmak hayatı yoğunlaştırmaktır. Sadeleşmek, anlamla kalmaktır. Ve iyi bir fotoğrafçı, görüntüyle değil, sezgiyle çeker. Kamerayı göze değil, kalbe bağlar.
Fotoğrafın öğrettiği en büyük şey belki de budur: Hayatın sana sunduğu her şeyi almazsın. Çünkü her şey senin değildir. Senin olan, sadece içinde anlam bulduğundur. Ve o anlam, ne kadar sadeleşirse o kadar yoğunlaşır. İşte o zaman gerçekten görürsün.
Sonra da şunu fark edersin: Hayat da bir kare gibi… Her şeyi içine alamazsın. Bir gün mutlaka
bir yerden kırpılır, bir yerden taşar. Ama sen neye yer verdiysen, hatıranda da o kalır.
Bu yüzden… Görüntüden çıktığın yerde başlar fotoğraf. Çünkü fotoğraf sadece bir bakış değil; bir seçim, bir eleme, bir öz’e yolculuktur.