Bazı sabahlar, gökyüzü bile konuşmak istemez.

Ve bazen bir ağacın sessizce yanışı, bütün insanlığın sessizliğinden daha çok can acıtır.

Bu sabah, içimde tarifi zor bir boşlukla uyandım. Pencereyi açtım; hava sıcak, rüzgâr yorgun, gökyüzü sanki utanıyordu. Oysa daha dün, bu topraklarda binlerce kuş uçuyor, binlerce yaprak birbirine şarkı söylüyordu. Şimdi ise sadece küllerin dili kaldı geriye. Sessiz, ama yakıcı.

Bir fotoğrafçı olarak yıllardır doğayı çerçevenin içine alıyorum… Ama bu hafta vizörüm bile ağlıyor gibiydi. Çünkü bazen insan, yalnızca bir ormanın değil, kendi vicdanının da yandığını hisseder. Çünkü doğa yok olurken, içimizdeki masumiyet de azalıyor.

Fotoğraf, sadece görmekle değil, hissetmekle ilgilidir. Bir yaprağın titremesini, bir sincabın utangaç bakışını, bir çiçeğin sabah ışığına verdiği selamı hissetmeden deklanşöre basmak kuru bir işlemdir. Oysa doğa, içimize de işler. Her karede bir hatırlatma vardır: Sen bu evrenin misafirisin. Kalıcı değil, hükmedici değil… Sadece emanetçisin.

Yangınlar sadece ağaçları değil, o ağaçla büyüyen anıları da yok ediyor. Belki bir çocuğun ilk ağacını diktiği orasıydı, belki bir gencin ilk şiirini yazdığı gölge… Belki de yıllar önce bir dedenin torununa doğayı anlattığı yerdir şimdi kül olan. İnsan bazen bir ormanda sadece bir ormanı kaybetmez; çocukluğunu, inancını, huzurunu da kaybeder.

Peki biz bu sessiz çığlıkları duyuyor muyuz? Yoksa sadece sosyal medyada birkaç paylaşım yapıp, sonra hayatımıza devam mı ediyoruz?

Doğa, öyle kolay unutmaz. Affeder, ama unutmaz. Ve her unuttuğumuzda, bize hatırlatmanın bir yolunu bulur. Bazen bir fırtınayla, bazen bir kuraklıkla, bazen de bir yangınla… Her doğa olayı, insana verilmiş bir cevaptır aslında: “Ben varsam, sen varsın.”

Biz hep gökyüzüne bakmayı severiz. Yıldızları seyreder, bulutlara hayal çizeriz. Ama nedense yere bakmayı unuturuz. Oysa yerin altında nice emek vardır. Bir tohumun karanlıkta verdiği mücadele, bir ağacın kökleriyle toprağa sarılması… Bizim görmediğimiz ama varlığımıza hizmet eden binlerce küçük mucize…

Doğa, bizden sadece saygı bekliyor. Ne alkış, ne saygı… Sadece incitilmemek.

Tıpkı bir çocuk gibi… Tıpkı bir dost gibi…

Ben bu yazıyı yazarken, bir yanda dumanların yükseldiği görüntülere bakıyorum. İçimde yanan yangın, ekrandaki görüntülerden daha gerçek. Çünkü ben o ağaçların gölgesinde defalarca oturdum. O yolları yürüdüm. O sessizlikte dinlendim. Şimdi o sessizlik, is kokuyor.

Ve bu is, sadece doğaya değil, bize de siniyor.

Her fotoğraf karesi bir tanıklıktır. Bu hafta çektiklerim, bir yıkımın, bir haykırışın, bir kaybın tanığıydı. Ama sadece tanık olmak yetmez.

Tanıklık eyleme dönüşmediği sürece vicdan, bir süs eşyasından farksızdır.

Belki bu yazı bir şeyleri değiştirmeyecek. Belki bu kelimeler ormanları geri getirmeyecek. Ama sessiz kalmak, olanı onaylamak olurdu. Ve biz artık susmamalıyız. Sanatımızla, sözümüzle, duruşumuzla doğanın yanında olmalıyız.

Çünkü doğa bize değil. Biz doğaya aitiz.

Bir gün bütün fotoğraflar sessizleştiğinde, geriye sadece anılar değil, pişmanlıklar da kalacak. O yüzden bugün bir şey yapmalıyız. Bir fidan dikelim, bir çöp toplayalım, bir çocuğa doğayı anlatalım. Ama en çok da şunu yapalım: Tüketmeyelim. Çünkü her tüketilen şeyin bedeli doğaya yazılır.

Ve unutmayın:

Orman yanarsa, sadece ağaç değil; insan da tükenir…