Bazı insanlar gözlüğü daha net görmek için takar. Bizim gözlüğümüz ise, daha derinden görebilmek için. Çünkü bir fotoğrafçının gözlüğü yalnızca görüntüyü değil, görünmeyeni; ışığı değil, gölgedeki titreşimi yakalamaya çalışır. O gözlük, sadece dış dünyayı değil, iç dünyanın sızan çığlıklarını da görür. Herkesin geçtiği sokaktan geçeriz ama aynı şeyi görmeyiz. Onlar bir kapı görür, biz bir vedayı. Onlar bir pencereyi görür, biz içeride sıkışmış bir yalnızlığı. O gözlük, bize bakmakla görmek arasındaki uçurumu öğretir. Öğrettikçe de mesafe koyar dünyayla aramıza. Çünkü fark eden, artık eskisi gibi kalamaz.
Zamanla bu gözlük bir araç olmaktan çıkar, varoluşumuzun bir parçasına dönüşür. Artık fotoğraf çekmek için değil, hayatta kalmak için bakarız o gözlükle. Dünya donuk bir kaos gibi görünürken, biz bir çocuk bakışının ucunda yırtılmış bir dua buluruz. Yağmur altında yürüyen bir kadının ellerinde eski bir vedanın izi vardır. Bir elmanın üzerine düşen gölge, bir hatırayı çağırır; bir çatlağın içine sinmiş toz, yılların suskunluğunu fısıldar. Biz sadece kare yakalamayız; bazen bir hayatın içine gizlenmiş, kimsenin uğramadığı bir durakta bekleriz.
Görmek, bizim için yalnızca retinanın işi değildir. Görmek, kalbin dokunduğu yerde başlar. Göz, çoğu zaman kandırır; ama his, asla yalan söylemez. İşte bu yüzden bir fotoğrafçının gözlüğü, zamana değil, zamansızlığa odaklanır. Bir anın içinden değil, bir hissin içinden geçer. Çünkü biliriz ki bazı anlar zamanla değil, ağırlığıyla ölçülür. Deklanşöre bastığımızda bir görüntüyü değil, bir gerçeği dondururuz. Bazen kırılmış bir çay bardağının dibinde kaybolmuş bir çocukluk vardır. Bazen çatlamış bir taşta, yıllardır susmuş bir baba sesi. Işık bu yüzden bizim için sadece teknik bir araç değildir; o, hakikatin yeryüzüne yansıyan en kırılgan halidir.
Bu gözlükle yaşamak kolay değildir. Çünkü bu gözlük insanın hem dışını hem içini aynı anda görür. Kimi zaman bir kadraj kurarken, kendinle yüzleşirsin. Kimi zaman bir portreye bakarken, geçmişin çıkar karşına. Fotoğraf, en çok da kendine bakmaktır. Gördüğün şey başkası sanılır ama aslında en çok senin içindir. Bir başkasının hüznünde kendi kırgınlığını tanırsın. Bir gülüşün ucunda kendi eksikliğini. O yüzden bazen deklanşöre basmak, susmak gibidir. Konuşamayınca insan çeker. Söyleyemediklerini ışığa bırakır. Ve biriktikçe, fotoğraf yalnızca bir sanat değil, bir hafıza olur; kendine tutulmuş bir ayna, hayata yazılmış bir şiir.
Fotoğrafçının gözlüğü hayata başka bir mesafeden bakar. Bu mesafe ne yabancılaştırır ne yakınlaştırır. Sadece netleştirir. Belki de gerçek netlik, bulanıklığın ortasında seçilen bir anlamdır. Her şey görünür olabilir ama çok az şey gerçekten fark edilir. Biz fark etmeye çalışırız. Gözümüzü eğitiriz, ruhumuzu keskinleştiririz. Ve biliriz ki bir kare, dünyayı değiştirmez belki ama bir insanın içini sessizce yerinden oynatabilir.
Çünkü fotoğraf, aslında bakmaktan çok hissetmektir. Ve bir fotoğrafçının gözlüğü, her şeyden önce bir hissin gözlüğüdür.