Sevgili okurlarım bu hafta size yine hayata dair hayatın içinden bir konuyla seslenmek istedim. Birileri bağırıyor, bir yerlerde biri düşüyor, bir can sessizce yok oluyor…
Ve biz, kulaklarımızı tıkayıp gözlerimizi kaçırarak hayatımıza devam ediyoruz.
Çünkü artık duyarsızlık, bu toplumun en bulaşıcı hastalığı oldu.
Bazı suçlar vardır, kalabalığın içinden bir kişi yapar ama herkesin payı olur. İşte biz, yıllardır bu sessiz suçlara göz yuma yuma büyüttük toplumsal çöküşü. Bir kadının çığlığı sokakta yankılanırken, o sesi duyan onlarca kulak, gözünü telefonuna çeviriyor. Çünkü artık “yardım etmek” değil, “kayda almak” marifet sayılıyor. Bir kadın yerde sürüklenirken, bir adam öfkeyle bağırırken, herkes elinde telefon... Sahi biz, insan olmayı ne zaman bu kadar basitleştirdik?
Kadına şiddet bu ülkenin utancıdır. Ama daha da büyük utanç, o şiddeti görüp de “beni ilgilendirmez” diyenlerin çoğalmasıdır. Bu sokaklar, sessiz kalanların adımlarıyla kararıyor. O kadının gözündeki korkuya, çocukların kulaklarındaki çığlığa alışmak... İşte asıl felaket bu.
Kayıtsızlık, vicdanın çürümesidir. Birlikte yaşamanın anlamı, birbirimizin yarasını sarmakta gizlidir ama biz yara bakmayı bile unuttuk.
Ve sadece insanlara değil… Sokakta aç susuz dolaşan bir can, bazılarının nefretini çekiyor. Kimi araba çarpıp kaçıyor, kimi zehir bırakıyor mama kaplarının içine. Oysa onlar sadece yaşamak istiyor. Tıpkı bizim gibi. Onlara tahammül edemeyenler, aslında kendi yüreğindeki karanlıkla savaşamayanlar. Bir patinin titremesine gözünü kapatan insan, bir gün kendi çocuğunun titremesine de yabancı kalır.
Geçen gün bir anne anlattı bana: “Oğlum okulda zorbalığa uğruyor. Defalarca söyledim öğretmenlere, diğer velilere… Ama herkes susuyor.
Herkes kendi çocuğunun melek olduğunu sanıyor. Oysa melek maskesi takan bir canavarın pençesinde eziliyor benim çocuğum.” Ne kadar tanıdık bir hikâye değil mi? Akran zorbalığı yalnızca bir çocuğun değil, bir ailenin hayatını altüst ederken; suskunluk bulaşıcı bir virüs gibi yayılıyor okullarda, sınıflarda. O annenin çığlığı yankılanmıyor duvarlarda. Çünkü herkesin derdi sadece kendi çocuğu. O çocuğun başkalarına ne yaptığı, kimi incittiği, kimi ağlattığı umurlarında bile değil.
Peki, biz bu hale nasıl geldik? Neden artık çocuklarımızın vicdanını beslemiyoruz? Neden hayvanlardan korkar olduk? Neden bir kadının yardım çığlığı, telefon kamerasından bile daha az ilgimizi çekiyor? Neden gözümüzü kaçırmak, el uzatmaktan daha kolay geliyor?
Çünkü biz “seyirci kalmanın” normalleştiği bir toplum olduk. İyi insanların sessizliği, kötü insanların cesaretini büyüttü. Kimse “benim başıma gelmez” demesin. Çünkü bu vurdumduymazlık herkesi bir gün bulur. Bugün görmezden geldiğimiz çocuk, yarın bizim çocuğumuzun sınıf arkadaşı olur. Bugün yardım etmediğimiz kadın, yarın bizim komşumuz olur. Bugün taş atılan köpek, yarın bizim kapımızda can verir.
Sessizlik, sandığımız kadar masum değil.
Bir çocuk, okuldan eve dönerken ağlıyorsa ve kimse nedenini sormuyorsa, o toplumda vicdan susmuştur. Bir hayvan, sokakta açlıktan can verirken, gözümüzü başka yöne çeviriyorsak, kalbimiz donmuştur. Bir kadın, yardım çığlığı atarken “aman karışmayalım” diyorsak, biz insan olmayı unutmuşuzdur.
Çözüm büyük ideolojilerde değil, küçük insanlık sınavlarında saklı. Sokakta birine yardım etmek, bir hayvana su vermek, bir annenin gözyaşını silecek bir cümle kurmak… Hepsi birer kıvılcım. Ve biz bu karanlıkta sadece kıvılcımlarla aydınlanabiliriz.
Unutma dostum, birinin acısına sessiz kalmak da iştir. Ve bu iş, kalbi yavaş yavaş öldürür. Belki bugün değil ama yarın, senin de yardıma ihtiyacın olacak. Ve o zaman birinin el uzatmaması, geçmişte senin uzatmadığın ellerin karşılığı olacak.
Çünkü en sessiz suç, görüp de hiçbir şey yapmamaktır.
Mutlu hafta sonları diliyorum.