“Fahri Erdinç, 1949 Eylül’ünün ilk günlerinde, iki arkadaşıyla (Ziya Yamaç ve Tuğrul Deliorman) Bulgaristan’a kaçtığında, yazın...

“Fahri Erdinç, 1949 Eylül’ünün ilk günlerinde, iki arkadaşıyla (Ziya Yamaç ve Tuğrul Deliorman) Bulgaristan’a kaçtığında, yazın dünyasında adı bilinen bir öykücüydü” der Mehmet Ergün “Destur ya Sefalet” adlı öykü kitabının önsözünde. Ergün’ün de belirttiği gibi Fahri Erdinç yazdığı öykülerle yazın dünyasında kendine yer edinmiş ve adından sıkça söz edilen bir öykücüydü. İlk öyküsü olan “Simitçi” 14 Kasım 1945 de “Şen Çocuk” dergisinin ilk sayısında yayımlanır, dergiyi okul arkadaşı Ramazan Gökalp Arkın çıkarmaktadır. Yine 20 Şubat 1946’da Şen Çocuk dergisinin 15.sayıında “5 Kuruşluk Nazarlık” öyküsü yayınlanır. Her iki öykü de çocuk öyküleridir.

Necip Fazıl’ın çıkardığı “Büyük Doğu” dergisinin 9. Sayısında “Telgrafçı” adlı öyküsü,, 8 Şubat 1946 tarihli 15. Sayısında ise “Dikişçi” adlı öyküsü yayımlanır. Yine bu dergide, Fahri Erdinç’in “Ankara’dan Notlar” röportajı da yayımlanır, aynı yılın 5 Temmuz’unda. 1946 yılında dergide onu aşkın şiiri de yayımlanmıştır.

Varlık dergisinin okurları arasında düzenlediği öykü yarışmasında da Orhan Kemal’in arkasından ikinci olarak adını duyurmuştur.

Öykü yazmaya yönelmesinde Sabahattin Ali’nin özendirmesi vardır. Musiki Muallim Mektebi (sonradan adı Ankara Konservatuarı olmuştur) Tiyatro Bölümü’nde öğrenime başlayan Fahri Erdinç, burada öykülerinin hayranı olduğu Sabahattin Ali ile karşılaşır. Sabahattin Ali, o günlerde Carl Ebert’e çevirmenlik yapmaktadır. “Acı Lokma” adlı romanında karşılaşmalarını çok güzel bir dille anlatır. Carl Ebert hakkında yazdığı bir öyküden dolayı, Erdinç, okuldan bir hafta uzaklaştırma cezası alınca okulu bırakır, köy öğretmenliğine başlar ve böylece Sabahattin Ali ile bağlantısı da kopar.

Sabahattin Ali ile bağlantısı koptuktan sonra da öyküler üretmeye devam eder. 1948 yılında yazdığı “Devrek No.1” isimli öyküsü için Fahri Celalettin, 27 Temmuz 1948 tarihli Ulus gazetesindeki değerlendirme yazısında “Devrek No.1 isimli hikâyeyi yazan Fahri Erdinç muvaffıktır… Bu istidat genç yazarın yarınını yarınlara götürecektir” der.

Öykülerinde Cumhuriyetle birlikte girişilen gündelik yaşamı yeniden biçimlendiren olayları anlatır. Çünkü Fahri Erdinç Cumhuriyetle eğitime başlayan ve Cumhuriyeti yakından tanıyan biridir. Yani tüm gerçek yazarlar gibi yaşadığı çağın tanığıdır.

Yine öykülerinde “mahpushaneyi” merkez almıştır. Hapiste yattığı dönemlerde, bir kamera gibi, hapishane hayatını belgelemiştir. Yapmacıklığa sapmadan halkı, kendi yerel diliyle konuşturmuştur. Öykülerinde Türkçeye çok önem vermiş ve sade bir dil kullanmaya özen göstermiştir. Bulgaristan’dan Kemal Özer’e yazdığı mektuplarda da yeniden basılacak öykülerinde, eskiyen kelimeleri sadeleştirerek yayımlanmasını istemiştir. Ülkesinden uzakta bile dil üzerine gelişmeleri izlemiştir.

Toplumun hemen her kesimine, Erdinç’in öykülerinde ve şiirlerinde rastlarız. Emeklilere, öykülerinde yer vererek aralarındaki dayanışmaya, emeklilikten sonraki yaşamlarına ayna tutmuştur. Yaşamlarını bedenlerini satarak devam ettiren hayat kadınlarına bile hümanistçe yaklaşan bir gözlemcidir o. Küçük yaşta çalışmak zorunda kalan çocuklara da öykülerinde yer verir. Yasaların ulaşamadığı kırsal kesimde, öykülerinde yer bulur. Ağaların ve imamların kırsal kesim içindeki ağırlıkları, tüm yalınlığıyla öykülerine yansır.

Biraz önce de belirttiğim gibi, Erdinç yalın ve yapmacıksız dil kullanmaya çok özen göstermiştir. Halka mal olmuş sözlere onun öykülerinde sıkça rastlanır. Birkaç örnek vermek gerekirse : “Sanki ben ağaçtım, meyvelerimi dolu vurdu. Ne olduysa oldu işte. Bu acının üzeri kolay kolay kül bağlamadı tabii; soğudukça kanadı, zaman geçtikçe koyulaştı. (Felek Yar olmadı)” “Yeşil bir erik çiğniyormuşçasına buruşarak gülüyordu (Fes)” “Kuş kafası serpeleyen kar (Allah Yapısı)”

Bu ve buna benzer halk diline, tüm öykülerinde rastlamak mümkündür. Ülkersini ve dilini çok sevmiş bir kişi olarak yurtdışına çıkmak zorunda kalmasına karşın, ülkesiyle ve ülkesinin insanlarıyla ilişkisini hiç kesmemiş ve ölene kadar ülkesine bağlı kalmıştır. Kendisiyle aynı kaderi paylaşan Nâzım gibi, o da ülkesinin özlemiyle yaşamıştır. Bu özlemini, şiirlerinde ve öykülerinde sıkça dile getirmiştir.

Fahri Erdinç’in tüm öyküleri ve romanları kendi yaşamının bir aynası gibidir. Abartıdan uzak, birebir tanık olduğu ve yaşadığı olaylar anlatılmıştır öykülerinde ve romanlarında. “Acı Lokma” ve “Kardeş Evi” buna en güzel örneklerdir.

Böylesine çağının tanığı olmuş ve ülkesini terk etmeden önce, kendisini yazın dünyasına kabul ettirmiş bir öykücü unutturulmaya çalışılmış ama ne yazık ki okur, yazara sahip çıkmıştır. Halk deyimiyle söylemek gerekirse ”Güneş balçıkla sıvanamamıştır.”