Cumhuriyet’in kurulmasının üzerinde 100 yıl geçti fakat hala saltanat ve hilafet tartışmaları sona ermedi içten içe kaynayan bir sorun olarak varlığı devam ediyor. Aslında bir kesimin bunu tartışmasını anlarım ve lakin kendini Türk Milliyetçisi olarak tanımlayanların hilafet ve saltanat güzellemesi yapmasının anlaşılabilir bir yanı yoktur.
Bakınız bir milliyetçi için hilafetin savunulacak mesele ya da dava olması hiçbir şekilde mümkün değildir! 
Milliyetçi ideoloji egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğu sistemin adıdır. Milletin egemenliğine kayıt ve şart koşan, ortak olmaya kalkan bir hilafet sistemi ve makamı ile milliyetçi ideolojiyi savunanların barışık olması mümkün değildir, hilafeti savunmak milliyetçi ideolojiye yüzde yüz olarak zıt olan bir eylemdir.
Oysa günümüzde kendini milliyetçi olarak tanımlayan oldukça önemli bir kesim aynı zamanda hilafeti ve dahası Osmanlı Monarşisini de savunmaktadır. Kendini milliyetçi olarak tanımlayan bu kesim tuhaf ve anlaşılmaz bir şekilde saltanatı ve hilafeti kaldırdığı için Cumhuriyete ve Türk milliyetçiliğini devlet ideolojisi haline getiren Mustafa Kemal Atatürk’e de düşmanlık beslemekte, hatta açıkça kin gütmektedirler.
Türk milliyetçilerinin en azından bir kısmının bu kadar çelişik bir düşünce yapısına nasıl getirildiğini, hilafet ve saltanatı savunmayı nasıl içselleştirdiklerini, Alparslan Türkeş tarafından ortaya atılan ve Türk İslam sentezi adı verilen ideolojinin milliyetçileri; Türk milliyetçiliğini, milli egemenliği, cumhuriyeti, sekülerizmi ve Türk kimliğini savunmaktan nasıl uzaklaştırdığını artık sorgulamamız gerekmektedir!
Soğuk savaş yıllarında SSCB yayılmacılığını ve komünist ideolojiyi durdurmak için oluşturulan yeşil kuşak projesi ile projeye hizmet eden aydınlar ve siyasetçiler bu işin müsebbibidir. 
Dini inançları ön plana çıkarmak ve Türkçülüğü ve Türk milliyetçiliğini arka plana atmak, Cumhuriyet’in kurucu ideolojisi olan Türk milliyetçiliğini İslam ile karıştırarak elde edilecek Türk İslam sentezi ile seküler bir sistem olan komünizme karşı fikri bir bariyer oluşturmak bu siyasi kadronun icraatıdır.
Bu çerçevede Osmanlı saltanatı ve hilafeti ön plana çıkarılmış, pohpohlanmış, halka bu iki kurumun çok mükemmel, güçlü ve etkin olduğu propagandası yapılmıştır. Osmanlı imparatorluğunun zaferleri ballandırılarak anlatılmış, hezimetleri ise hep es geçilmiştir. 
Öyle ki hilafet kurumunu en çok kullanan Padişah olan Abdülhamit’in payitahtı Rus işgalinden kurtarabilmek, Yeşilköy’e kadar gelen Rus ordusunu durdurabilmek için İngiliz kraliçesinden aman dilediği, İngilizlere hediye olarak Kıbrıs’ı verip Rus ordusunu durdurmasını sağladığını dahi bu kesim hiç bilmez. 
Sonuçta bu yoğun propaganda sayesinde kendini hem Türk milliyetçisi ve hem de Osmanlı Çocuğu olarak tanımlayan garip ve amorf bir kitle peydahlanmıştır.
Atatürk tarafından Cumhuriyetimizin kurucu düşüncesi haline getirilen Türk milliyetçiliğini yeniden iktidar yapmak istiyorsak artık bazı iddialar tartışılmalı ve gerçekler ortaya çıkarılmalıdır ki kafa karışıklıkları ortadan kalksın.
Öncelikle artık Osmanlının hilafet iddiasının gerçek olup olmadığını, Müslüman dünyada bu iddianın itibar görüp görmediğini ve hilafeti kimin, nasıl kaldırdığını sorgulamanın vakti gelmiştir diye düşünüyorum.
İlk sorgulamamız gereken bilgi Osmanlı Hanedanının halifelik iddiasıdır, bu iddia Müslümanlarca kesin ve yaygın olarak benimsenmiş bir iddia mıydı yoksa ciddi bir kabul görmemiş miydi?
Genel geçer bilgi Yavuz Sultan Selim’in başka bir Türk devleti olan Memlükler’i (Kölemenler) yenerek hilafeti aldığı yönündedir.  Yavuz’un Memlük’leri yendiği bilgisi doğru ve lakin Memlükler hilafet makamını üzerlerine almamışlardı ki hilafeti onlardan alabilsin. Memlükler sadece Hülagü Han’ın elinden kaçan Abbasi Halifesini himayelerine almış ve halifenin koruyucuları olmuşlardı. 
Memlükleri 1517’de çıktığı Ridaniye seferinde yenen Yavuz Sultan Selim Kahire’ye girip Mısır tahtına oturmuş, Memlük sultanının varisi olduğunu göstermiş fakat halifelikle ilgili herhangi bir tasarruf ya da iddiada bulunmamıştır. Çünkü Osmanlılar’da hilafetin genel geçer şartlarından birisinin Kureyş kabilesinden olmak olduğunu biliyorlardı. Osmanlılar için Haremeyn’in koruyucusu, hizmetkârı olmak hilafetten daha önemli ve geçerli olabilecek bir iddiaydı. 
Bu makalenin devamını pazartesi günkü köşemde yayınlayacağım.