Bu hafta sizlere toplumumuzun geleceğini sessizce tehdit eden, ama artık görmezden gelemeyeceğimiz bir konudan bahsedeceğim: obezite. Evet, yanlış duymadınız.

Artık yalnızca büyüklerin değil, çocuklarımızın da üzerine karabasan gibi çöken bu hastalık, hayatın en masum dönemine gölge düşürüyor.
Türkiye İstatistik Kurumu’nun 2022 verilerine göre yetişkin kadınların %23,6’sı, erkeklerin %16,8’i obez. Daha da endişe verici olan, kadınların üçte birinin “fazla kilolu” kategorisinde bulunması. Ama işin en sarsıcı yanı şu: Sağlık Bakanlığı’nın yaptığı çalışmalara göre, çocukluk çağındaki obezite oranı son 10 yılda iki katına çıktı. Bugün 7–8 yaş grubundaki her 5 çocuktan 1’i fazla kilolu, her 10 çocuktan 1’i ise obez.
Bu şu anlama geliyor: Okul bahçelerinde oynayan her sınıfta, en az iki ya da üç çocuk ciddi risk altında. Yarınlarımızın teminatı olan bu minik bedenler, aslında görünmez zincirlerle geleceğe taşınıyor: erken yaşta diyabet, kalp-damar sorunları, eklem bozuklukları ve hatta sosyal dışlanma.

Obezite sadece fiziksel bir yük değil, aynı zamanda psikolojik bir travmadır. Fazla kilolu çocuklar okulda daha sık alay konusu oluyor, akran zorbalığına uğruyor, içine kapanıyor. Çocuğun kendine güveni sarsılıyor, “ben farklıyım, ben eksikim” duygusuyla büyüyor.
Sağlık açısından bakıldığında tablo daha karanlık:
•⁠ ⁠Çocuk yaşta tip 2 diyabet riski artıyor.
•⁠ ⁠Erken yaşta hipertansiyon ve kolesterol yüksekliği ortaya çıkıyor.
•⁠ ⁠Hızlı kilo alımı iskelet gelişimini bozuyor; diz ve bel ağrılarıyla büyüyorlar.
•⁠ ⁠Uyku apnesi gibi solunum bozuklukları sıklaşıyor.
Kısacası çocuklarımıza “çocukluğunu yaşatamıyoruz.” Onlara sunduğumuz hazır yiyecekler, abur cuburlar ve hareketsiz yaşam tarzı, aslında geleceklerini ellerinden alıyor.Çünkü çağımızın temposu bizi kolay olana itti. Çocuklar sokakta oyun yerine tabletin başında; aileler evde pişirme yerine paket serviste. Ucuz ve kalorisi yüksek yiyecekler sofralarda baş köşeye oturdu. Çoğu okulda kantinlerin rafları hâlâ şekerli içeceklerle dolu. Ve biz anne-babalar, iş yoğunluğu içinde “aman çocuk yesin de doysun” deyip içeriğine bakmaz olduk.
Sevgili okurlarım, karamsarlığa kapılmaya gerek yok. Bu tabloyu değiştirmek bizim elimizde. İşte hem ailelerin hem devletin hem de toplumun atabileceği adımlar:
1.⁠ ⁠Evde başlayan bilinç: Çocuklarımıza yemek kültürü kazandırmalıyız. Sofrada sebze, meyve, tahıl ve suyu temel öğe yapmalıyız. Abur cuburu ödül ya da teselli olarak sunmayı bırakmalıyız.
2.⁠ ⁠Okullarda dönüşüm: Kantinlerde yüksek şeker ve yağ içeren yiyecekler yerine sağlıklı seçenekler zorunlu hâle getirilmeli. Beden eğitimi dersleri haftada bir değil, her gün kısa sürelerle bile olsa uygulanmalı.
3 Toplumsal bilinçlendirme: Belediyeler ve sivil toplum kuruluşları ailelere yönelik seminerler, park ve yürüyüş etkinlikleri düzenlemeli. Spor kültürü topluma yayılmalı.
4.⁠ ⁠Devlet politikaları: Şekerli içeceklerde ek vergi, sebze ve meyvede teşvik uygulanmalı. Reklâmlarda çocukları hedef alan fast food tanıtımları sınırlandırılmalı.
5.⁠ ⁠Psikolojik destek: Fazla kilolu çocukların sadece diyet listeleriyle değil, psikolog ve pedagog desteğiyle de hayata tutunmaları sağlanmalı.
Unutmayalım ki çocuklarımızın bugünkü tabağı, yarınlarının sağlığını belirliyor. Eğer bizler bugün önlem almazsak, birkaç yıl sonra sadece kilolu değil; mutsuz, hasta, hayalleri yarım kalmış bir nesille yüzleşeceğiz.
Sevgili okurlarım, obezite kader değildir. O, bizim yanlış seçimlerimizin bir sonucudur. Gelin bu zinciri birlikte kıralım. Çünkü çocuklarımızın gülüşleri, obezitenin gölgesinden çok daha güçlüdür.
Haftaya başka bir konuyla yine yüreklere dokunabilmek ve hayata dair bir meseleyle sizlerle olmak üzere, hepinize mutlu hafta sonları diliyorum.