Sevgili Okurlarım; Bu haftaki köşe yazımda sizlerle modern hayatın görünmeyen ama en ağır yüklerinden birini, içimizi sessizce yoran o yorgunluğu konuşmak istiyorum.

Hani uykusuz kalmasak da sabahları dinlenmemiş uyanıyoruz ya… İşte tam da o hâl.
Yatakta değil, ruhumuzda bir eksiklikle açıyoruz gözlerimizi artık. Gün başlarken bile içimizde bir “yetişmem gereken bir şey var” duygusu var,
ama neye, nereye yetiştiğimizi çoğu zaman biz bile bilmiyoruz.
Her şey hızlı. Her şey gürültülü. Her şey acil.
Ve biz, bu hızın içinde nefes almadan koşarken, yaşamayı unuttuğumuzu fark etmiyoruz.
Bir anneyi düşünün… Evde, sabahın erken saatlerinde uyanıyor. Evin sessizliğiyle başlıyor güne.
Çay kaynarken çocukların kahvaltısını hazırlıyor, eşini işe uğurluyor, sonra ortalığı topluyor.
Her şey bittiğinde saat daha on bile olmamış. Ama o çoktan tükenmiş hissediyor kendini.
Çünkü o da çalışıyor — sadece maaş bordrosunda yazmıyor. Gün boyu aynı döngünün içinde dönüyor; bitmeyen bulaşıklar, çamaşırlar, evin sessizliği,
sonra akşam tekrar aynı telaş. “Ben de yoruluyorum” dese bile duyan yok çoğu zaman.
Ve o anne, bazen akşam herkes uyuduktan sonra mutfakta sessizce oturuyor. Bir yudum çay, bir derin nefes…
Kimse fark etmiyor ama o, o an sadece bir “kadın” olmak istiyor; sadece anne değil, sadece eş değil, sadece bir insan olarak hatırlanmak istiyor.
Bir de çalışan anneyi düşünün. O da aynı saatte kalkıyor, ama evden çıkarken hem vicdanını hem yorgunluğunu çantasına koyuyor.
Ofiste güçlü görünmeye çalışıyor, çünkü güçlü olmayan kadın hâlâ “eksik” sayılıyor bu düzende.
Ama aklının bir yanı evde, çocuğunun gözlerinde kalıyor. Akşam eve döndüğünde her şey yine onunla başlıyor.
Yorgun ama dinlenmeden, gülümseyerek… Çünkü annelik izin istemez.
Bir babayı düşünün. Gün boyu çalışıyor, yüzünde hep aynı ifade: ciddi, çözüm odaklı, dayanıklı…
Ama kimse onun da bazen sessizce oturmak istediğini, hiçbir şey düşünmeden bir kahve içmek istediğini bilmiyor.
Gece ev sessizleştiğinde oturuyor, televizyonu açıyor. Aslında izlemiyor bile.
Sadece sessizliği bastırmak için ses istiyor etrafında. Çünkü sessizlikte kalırsa, içindeki yorgunluğu duyacak.
Ve o yorgunluk, kelimelere dökülmediği sürece biraz daha büyüyecek.
Bir çocuğu düşünün. O da yorgun. Küçücük yaşta büyüklerin hızına yetişmeye çalışıyor.
Sabah erken kalkıyor, okula gidiyor, sonra etüt, sonra ödev, sonra ekran…
Her şeyi yapıyor ama çocuk olmayı unutuyor. Elinde telefon, başkalarının hayatlarına bakarken kendi hayatını eksik sanıyor.
Oysa eksik olan, oyun değil; dokunulmak, sarılmak, duyulmak.
Bir anneyi, bir babayı, bir çocuğu düşündüğümüzde, hepimiz aynı şeyin farklı yüzleriyiz aslında.
Herkesin kalbinde başka bir yorgunluk var ama temeli aynı: duygularımızı bastırarak yaşamak.
Kimseye belli etmeden güçlü kalmaya çalışmak.
Bazen düşünüyorum; belki de modern yorgunluk bir çağ hastalığı değil, bir çağ uyarısıdır.
Ruh diyor ki: “Dur artık.” Kalp diyor ki: “Beni duy.” Zihin diyor ki: “Bir süre sessiz ol.”
Ama biz duymuyoruz. Çünkü duymak cesaret ister. Duymak, kendi eksikliklerimizle yüzleşmektir.
Bu yüzden kendimizi “gürültüyle tedavi” ediyoruz. Televizyonla, sosyal medyayla, işe sığınarak…
Bir boşluk hissettiğimizde, hemen dolduruyoruz. Ama bazen hiçbir şey yapmamak da bir eylemdir.
Bir ev hanımı, bir akşam sadece kendine çay koyup pencereden dışarı bakmalı; “Bugün ben de varım” diyebilmeli.
Bir baba, sofrada telefonu kenara koyup çocuğunun gözlerinin içine bakabilmeli.
Bir anne, çocuğunun saçlarını okşarken gerçekten orada olabilmeli; aklı bir sonraki işte değil, o anda kalabilmeli.
Ve bir çocuk, “beni duyuyorlar” diyebilmeli.
Belki de hepimiz aynı cümlede buluşuyoruz: “Yorgunum ama nedenini bilmiyorum.”
Ama belki biliyoruz. Çünkü biz yaşamak için koştururken yaşamın kendisini kaçırıyoruz.
Durmayı unutuyoruz. Oysa bazen durmak tükenmek değil, yeniden doğmaktır.
Bir annenin sessiz gözyaşı, bir babanın iç çekişi, bir çocuğun dalgın bakışı…
Belki de modern zamanın en sessiz uyarıları bunlar.
Kelimelere dökülmeyen ama kalbin derinliklerinde yankılanan o küçük sessizlikler bize diyor ki:
“Yavaşla. Hayat senden mükemmel olmanı değil, var olmanı istiyor.”
Çünkü unutmayın; insanı yoran, hayatın yükü değil, hayatı hissetmeden yaşamak zorunda kalmaktır.
Durmayı, nefes almayı, bir tebessümün değerini, bir sessiz anın şifasını unutmadan yaşayalım.
“”Gerçek huzur, yetiştiğimiz yerlerde değil; fark ettiğimiz anlarda gizlidir.””
Haftaya başka bir konuyla buluşmak üzere, sağlıkla kalın, mutlu hafta sonları dilerim.