Sevgili okurlarım, bu hafta da Burçin GÜLBENK’le Hayata Dair köşesinde bir sayfa çevireceğiz; ama bu sayfada kahramanımız rakamlar değil, rakamların içinden bize bakan hayatın ta kendisi olacak. Evin ışığını biraz kısınca, çayın buharı camı buğulayınca, dışarıdan bir tekerlek sesi geçince… Hepimizin içinden aynı soru geçiyor: “Bu ay nasıl bitecek?” İşte o sorunun arka planını, bir romanın ritmiyle, birbirine değen halkalar gibi konuşalım.
Sabahın ilk otobüsünde yan yana oturan iki insan düşünün: Biri üniversite mezunu, diğeri meslek lisesi çıkışlı; ikisinin de gözünde aynı telaş. Türkiye’nin resmi fotoğrafı, o telaşı haklı çıkarıyor: TÜİK’e göre Ağustos 2025’te işsizlik oranı %8,5; erkeklerde %6,8, kadınlarda %11,6. Rakam kulağa tek bir yüzde gibi gelir; oysa bu yüzde, bir işe girmek için kapı kapı dolaşanların adımlarında yankılanır. İş bulamayanın umudu sarsıldıkça, çalışan da “ya ben?” diye içini yoklar; çünkü birinin güvencesizliği, ötekinin huzurunu da eksiltir.
Aynı otobüsün akşam seferinde, gündüz vardiyasından inmiş biriyle akşam işine yetişen birini görürüz. “Tek iş yetmiyor” cümlesi, artık bir şikâyet değil, ülkenin ortak dilidir. Bu dil, maaş zarfının ağırlığını belirleyen asgari ücrette de karşımıza çıkar: 1 Ocak 2025’ten beri net 22.104,67 TL. Rakam büyüdü ama pazar filesi, fatura zarfı, kira kontratı büyümeyi çoktan solladı; böyle olunca ‘ikinci iş’ bir tercihten çok, sessiz bir zorunluluğa dönüştü.
Ve hikâyemizin üçüncü durağı: emekliler. Bir ömür çalışmanın ardından beklenen şey sadece “geçinmek” değil, “derin bir nefes”tir. Temmuz 2025’te en düşük emekli aylığı 14.469 TL’den 16.881 TL’ye çıkarıldı; Resmî Gazete’ye giren bu artış kağıt üzerinde nefes açar gibi görünse de, eczane poşetinde, pazardaki etikette, toruna alınacak küçük bir hediyede o nefes yine kısa kalabiliyor. Çünkü “kök maaş” ve taban uygulaması, milyonların gelirini en düşük rakama sabitleyebiliyor.
“Peki gün nasıl dönüyor?” diye sorarsanız, çoğu evde gün, bir kartın manyetik şeridinden geçerek dönüyor. Türkiye’de kartlı hayat artık istisna değil: 2025 başında 130 milyonun üzerinde kredi kartı, 195 milyon banka kartı vardı; yıl boyunca BKM verileri kart adedinin ve harcamanın yeni rekorlar kırdığını gösterdi. Yalnız rakamların büyüklüğü değil, ritmi de önemli: Mayıs 2025’te kartlı ödemeler 1,99 trilyon TL’ye ulaştı; Şubat’ta 1,52 trilyon TL idi. Bu ritim, nakitten giderek kartlara taşınan bir yaşamın kalp atışıdır.
Kalp atışı hızlanınca tansiyon da yükselir: BDDK’nın tabloları, bireysel kredi kartı bakiyesinin 2,5 trilyon TL civarında seyrettiğini söylüyor. TBB Risk Merkezi verileri de yıl içinde aylık yüz binler düzeyinde insanın kart veya kredi borcundan yasal takibe düştüğünü; Ocak–Temmuz döneminde takibe giden kişi sayısının 1,3 milyonu aştığını not ediyor. Bazı aylarda sadece kredi kartından 160 bini aşan kişi takibe intikal etmiş. Bunlar kuru istatistik değil; gece ışığı sönmüş bir evde, “asgari ödemeyi yetiştirebilecek miyiz?” diyen iki kalbin konuşması.
İşte şimdi, bütün bu halkaları tek cümlede toplayalım: İşsizlik bir haneye girince ücret güvencesi inceliyor; ücret nefesi yetmeyince ikinci iş hayatın sessiz mesaisi oluyor; gün, kartla ertelemeye yaslanınca borcun gölgesi büyüyor; emeklilik ise, tam huzur beklerken, çoğu zaman yeniden hesap makinesine uzanan bir el demek oluyor. Yani meseleler ayrı başlıklar değil, birbirini iten domino taşları gibi. Bir taş yerinden oynadığında, diğerleri de sallanıyor.
Peki bu zinciri nereden kıracağız? İlk halka, alım gücünü korumak: Asgari ücret yalnız artmamalı, enflasyonun gerçek hızına yetişmeli; gelir vergisi dilimleri çalışan lehine güncellenmeli. İkinci halka, güvenceli ve kapsayıcı istihdam: Genç ve kadın istihdamını güçlendiren bakım hizmetleri, ulaşım ve esnek—ama güvenceli—modelleri yaygınlaştırmalıyız; işgücüne katılım arttıkça o sabah otobüsündeki telaş umutla yer değiştirecek. Üçüncü halka, finansal okuryazarlık: Kart “kolaylık”, ama bedeli ertelediğimiz gerçektir; asgari ödeme—faiz—takip döngüsünü herkesin anlayacağı sadelikte anlatmak, milyonları görünmez çukurlardan korur. Dördüncü halka, emeklilikte adalet: Taban aylığı kadar “kök maaş” meselesini de kalıcı biçimde ele alıp, bir ömrün emeğini “idare etmeye” değil, “huzura” bağlamalıyız.
Ve Son Sözüm: Ekonomi, grafikleri ve tablolarıyla soğuk görünür; oysa her sayı, evinde ışığı kısmak zorunda kalan bir insanın sıcak yüzüne bakar. İş yalnız maaş değil, onurdur; ücret yalnız rakam değil, nefestir; emeklilik yalnız hak ediş değil, huzurdur. Bu ülkenin yolu, rakamlarla yüzleşip insanı merkeze almakla kısalır. Çünkü birimizin nefesi daraldığında hepimizin sesi kısılıyor; ama birimizin nefesi açıldığında, hepimiz aynı cümleyi daha gür söyleyebiliriz: “Ay değil, hayat güzelleşiyor.”
Bir sonraki hafta farklı bir konuyla birlikte olabilmek dileklerimle.