Attila Aşut:
“Bebekliğinde Ozan’la çok az birlikte olabilmiştik. 12 Eylül darbesinden sonra annesiyle tutuklandığımızda o henüz 11 aylıktı. Daha emekleme çağındaydı yani. Mamak’ta 37 ay tutuklu kaldım. Ozan’a anneannesi Nazmiye Hanım bakıyordu. Zor günlerdi. Telörgülerin ardından bir ya da iki kez gördüğümü anımsıyorum oğlumu. Anneannesinin kucağında şaşkınlıkla izliyordu çevreyi. Çok dokunmuştu bu manzara bana. Ozan’ın bir daha cezaevine getirilmesini istemedim. Özlemimi mektuplarla gidermeye çalışıyordum. Ozan, annesi tahliye edildikten sonra, onun yardımıyla çizimli, resimli kartlar gönderiyordu bana. Ben de cezaevinin elverişsiz koşullarında kendi ürettiğim kartlarla karşılık vermeye çabalıyordum ona. Gazete ve dergilerden kestiğim renkli çiçek resimleri, “Avni” ve “Küçümen” karikatürleri bu bağlamda çok işe yarıyordu.”
Özen Aşut:
“Yaşam sürüyor. Ozan, üniversite sınavlarına girecek bu yıl. Sınav heyecanı da yaşıyor yani. Bazen morali bozuluyor. Ramazan Bayramı’nda bir ziyarete giderken kendi hastalığını yorumladı. Durumunun tümüyle yazgı olduğunu, kendisinin hiçbir suçu ya da kusuru bulunmadığını söyledi. Ben daha önce yazgının önceden belirlenmediğini, olanlar olduktan sonra yazgı denilebileceğini söylemiştim. Bu sözüme atıfta bulunuyordu. Son günlerde ise birkaç kez yaşamının ne kadar süreceğinin belli olmadığını ve bu nedenle de sağlıklı yaşam kural ve gereklerinin kendisini ilgilendirmediğini söyledi. Sağlıklı yaşamla ilgili uyarıda bulunduğum bir gün, “Sen benim 90 yaşına kadar falan yaşayacağımı mı düşünüyorsun?” dedi. Acaba gerçekten inanaraktan mı söylüyor bu sözleri? Kim bilir?”
Yaşamak umut ettiklerimizdir, umudumuzun zayıfladığı yerde duygularımız ağır basar, belki de Ozan’ın küçük yaşından beri çektikleri umudunun zayıflatmıştı! Kim bilebilir ki?
Yıllar önce Bahadın Şenlikleri’ne gitmek için otobüse, Kurtuluş Parkı’nın Nikâh Salonu tarafındaki köşesinden bindik. Biraz yol aldıktan sonra, Attila Ağabeyimi fark ettim. Ayrı koltuklarda oturuyorduk. Benim de “Adın Aşk” kitabım yeni yayımlanmıştı. Uzaktan elbette tanıyordum. Şair olduğunu bildiğimden, şiir hakkında daha çok da şiirlerim hakkındaki görüşünü merak ettiğim için, izin alarak yanındaki boş koltuğa oturmak istediğimi söyledim. Oturduğu koltuktan daha da toparlanarak bana yer gösterdi. O nahif babacan tavrı bende “işte şair zarafeti” duygusu ve ömür boyu devam edecek bir saygı uyandırdı. İlk kez yüz yüze tanışmıştık.
Kitabımı verdim, biraz göz attıktan sonra beni kutladı, yüreklendirdi. Olumlu ya da olumsuz bir şey söylemedi. Ama kitabı kapatıp verdikten sonra bana şiirle ilgili önemli şeyler anlattı. Bahadın’a varıncaya kadar değişik konularda fikir teatisinde bulunduk.
Bahadın’a gidiş yılımız 1988’den sonra olduğuna göre Attila Abimin yüz ifadesindeki yorgunluk ve düşünce haline neden Ozan’ın rahatsızlık durum diyebilirim. Bunu ben Ozan’ın rahatsızlığını öğreninceye kadar hep ülkenin ve devrimcilerin içinde bulunduğu duruma bağlardım. Elbet onlar da vardı ama kitabı okuduktan sonra hem Ozan’ın hem de sözünü ettiğim politik durumun yüzüne yansıması olduğunu, kitabın başlangıcındaki sunusunda da doğrulayacaktı. “Acımız henüz çok taze. Ama yıllar geçse de yüreğimizi yakan bu onulmaz acı hiç dinmeyecek” Bu cümle vefatıyla ilgili bir cümleydi ama zaten tedavi sürecinde yaşananlar da az değildi!
Attila abi, Ankara 22. Kitap Fuarı’nda ziyaretime geldiğinde (O güne kadar edinememiş olmam benim kusurum) “OZAN’A GÜZ ÇELENGİ” Kitabını bana armağan ederek onurlandırmıştı. Ciddi rahatsızlığıma ve okumam gereken birikmiş onlarca kitap olmasına rağmen ilk işim “Ozan’a Güz Çelengi’ni” okumak oldu. Okumaya başladığımda, nelerle karşılaşacağımı kestiremiyordum. Kitabın sayfalarını çevirdikçe, Özen Hocam “GÜNDÖKÜMLERİ” bölümünde; yüreğinden kalemine, kaleminden kâğıtlara dökülürken, benim de gözlerimden yaşlar dökülüyordu.
İlerleyen sayfalarda; hastane yollarında, hastanede, tahlil sonuçlarını beklerken, ameliyata girerken, yoğun bakımda beklerken, biraz iyileştikten sonra arkadaşlarıyla tatile giderken, (bir şey olur mu? Kaygım) arkadaşlarının arasında Ozi’nin adının geçtiği her yerde artık ben de Aşut Ailesinin bir bireyi olmuştum. Acılara dayanamadığım noktada yüreğimin acısı gözlerimizden akıyor, beni rahatlatıyordu.
Özen Hocamın, günlüklerinden aktararak kaleme aldığı bölümler bir yakarış, dert yanış, yaşananları dramatize etmek değildi. Devrimci bir doktorun duruşunun dışa yansıması, aynı durumu yaşayabilecek birilerine rehber olma düşüncesi, evladı canı derdindeyken bile halkın sorunlarını da unutmayarak okuyacak dostlarının dimağına kazımasıydı.
Bunu neden yazdığımı Özen Hocamın şu paylaşımıyla pekiştirmek isterim: “Kimsesiz insanların çektiklerini düşündükçe çok üzülüyorum. Biz biraz ayrıcalıklı sayılmamıza karşın bu süreçte ne güçlüklerle karşılaştık! Firmalara bir milyarın üzerinde borçlandık. Bu sabah kan şoku yaşadık. Bir hafta önce istenmesine karşın 5 ünite kan hazırlanmamıştı. Hazırlanması için 5 kişinin kan vermesi gerekiyordu. Kendimiz kan vererek ve kalanı borçlanarak bunu hazırlatabildik…”
Bu duruş devrimci ve insani bir duruşun tam da kendisiydi.
Attila Abimin duruşu da Özen Hocamdan farksızdı. İçi kan ağlasa da yaşananlara karşı soğukkanlılığı ve akıl çerçevesinde bakması yine devrimci duruşun bir örneğiydi.
Özen Hocamın, yazısının bir yerinde aralarında geçen diyalog şöyle: “Sabah Attila’ya, keşke yapabilecek bir şey olsa da onun yerine ben hastalansaydım” dedim. Attila, “Şimdi gün ağlama ve umutsuz olma günü değil, görevlerimizi yapalım. Şimdi savaş zamanı, gerekirse sonunda birlikte ağlarız” dedi.
İnanmayın siz “gözyaşlarının rengi yoktur!” diyenlere, ne kadar çok yüreğiniz yanarsa o kadar kızıla çalar gözyaşlarınız.
Duymadığım, sonradan haberdar olduğum bir acıdan bilgim olduğunda çok üzülürüm. Ben o haberi duymasaydım, haberleşerek acısını paylaşmasaydım bir şeyler eksik kalacaktı gibi bir his kaplar içimi.
Kitabın adının, Şili’nin Nobel ödüllü ozanı Pablo Neruda’nın, Nâzım Hikmet için yazdığı “Nâzım'a Bir Güz Çelengi” şiirinden, benim de çok sevdiğim abim, ozan Ahmet Özer’in önerisiyle ödünç alındığını öğrenince, Neruda’nın Nâzım için yazdığı şiiri uzun yıllar sonra tekrar okudum. Okuduğumda: “Senin çiçek açmış bir kiraz ağacına benzeyen yüzünden yoksun
…
Oysa sen parıldayan bir yürekle geldin yaralar ve ışıklar içinde” dizeleri dilime ve zihnime takılı kaldı, içime akan yaşlarla uzun süre hep nakarat gibi tekrarladım.
Ozi’nin yüzünü hiç görmedim, sesini hiç duymadım ama kitapta çocukluğundan gençliğine yüzü hep aklımda, çiçek açmış bir kiraz ağacına benzeyen güzellikte kalacak. Öyle ya Ahmed Arif , “Yalnız Değiliz” şiirinde: “Dostuna yarasını gösterir gibi, bir salkım söğüde su verir gibi” demiyor muydu? Dostluk: acılarımıza ortak olmak, salkım söğüde su vermek gibi merhem sürmek değil miydi?
Bizler ne kadar yanarsak yanalım, hep “Ateş düştüğü yeri yakacak,” en çok da anaların yüreğini kavuracak…
Babalar mı? Bence daha da beter olacak.
Pırlanta yüreğinin aydınlığında rahat uyu Ozan Kardeşim.
Defne ve annesi elbette aklımda ama ne kadar olursa o kadar mutlu bir yaşam dilemekten başka ne yazacağımı bilemedim.
Sevgili Özen Hocama ve Attila abime sabır dilemekten ve üzüntülerini paylaşmaktan, istemeden de olsa tazelemekten başka ne yapabilirim ki?
