Bir fotoğraf karesine baktığınızda, sadece gördüğünüzü mü izliyorsunuz, yoksa gördüğünüzün ardında bir yaşamı, bir hikâyeyi, bir iç sesi de duymaya çalışıyor musunuz? Fotoğraf, çoğu zaman gözle gördüğümüzün ötesine çağırır bizi.

Görmek kolaydır; esas mesele hissetmektir.
Empati, insanın kendi penceresinden çıkıp başkasının penceresinden bakabilmesidir. İşte fotoğraf tam da bu yüzden empatiyle iç içedir. Bir çocuğun gözlerinde gördüğünüz kederi, bir annenin ellerindeki yorgunluğu, bir yaşlının bakışındaki sessizliği kadraja aldığınızda aslında sadece bir anı değil, onun ruhunu da taşırsınız. Deklanşöre basarken sizin parmağınız hareket eder ama kalbiniz, karşısındakiyle aynı ritimde atar.
Psikolojide empatiyi “kendini diğerinin yerine koymak” diye tanımlarlar. Fotoğrafta ise bu, ışığın düştüğü yeri anlamaktan çok daha fazlasıdır. Kadrajı kurarken, o insanın iç dünyasını sezmek, mekânın ruhuna kulak vermek, bir doğa manzarasında bile kendinizi onun yerine koyabilmektir. Dağın sessizliğiyle, denizin dalgasıyla, bir çiçeğin kısacık ömrüyle dahi bağ kurabilmektir.
Belki de bu yüzden fotoğrafçının en büyük sorumluluğu “göstermek” değil, “hissettirmek”tir. Çünkü biz yalnızca gözümüzle değil, kalbimizle görürüz. Görselin arkasındaki duyguyu aktarmadığınızda, kare ne kadar kusursuz olursa olsun boş kalır. Empati ise o boşluğu dolduran, fotoğrafı yaşayan bir şeye dönüştüren en önemli güçtür.
Fotoğraf ve empati arasındaki bağ, aynı zamanda bizi kendi içimize de döndürür. Bir başkasının acısına bakarken kendi acılarımızı hatırlarız; bir gülümsemede kendi eksik gülüşlerimizi buluruz. Başkasının gözyaşında kendi yaralarımızla karşılaşırız. Bu, fotoğrafın psikolojik gücüdür: Hem başkasını anlar hem de kendimizi keşfederiz.
Teknik tarafta belki diyaframı, enstantaneyi, ışığı ayarlıyoruz; ama esas ayar kalbin derinlerinde yapılır. Empati olmadan fotoğraf, sadece soğuk bir belgedir. Empatiyle bakıldığında ise aynı kare, bir hikâyeye, bir içsel yolculuğa dönüşür. O yüzden en iyi fotoğraf makineleri, en pahalı lensler bile tek başına yeterli değildir. Asıl mesele, o lense kalbinizi ne kadar katabildiğinizdir.
Bir düşünün… İnsan portresi çekerken karşınızdaki kişinin gözlerinin içine bakmadan deklanşöre bastığınızda, sadece bir yüz görüntülersiniz. Ama bakışının içine girdiğinizde, bir ömrün ağırlığını hissedersiniz. Çektiğiniz kare artık sadece fotoğraf değildir; karşısındakinin ruhuyla kurulmuş görünmez bir köprüdür.
Doğa fotoğrafında da böyledir. Bir ağacın gövdesine, bir derenin akışına, bir kayanın sessizliğine empatiyle bakmak… Yalnızca bir manzara görmek değil, onunla aynı nefesi almak gibidir. O an fark edersiniz ki, doğa sadece çevremiz değil, aynı zamanda içimizdir.
Empati fotoğrafın ahlakını da belirler. Objektifi doğrulttuğunuzda sadece görüntüyü değil, aynı zamanda sorumluluğu da üstlenirsiniz. Bir insanın mahremiyetine saygı, bir çocuğun masumiyetini koruma, bir manzaranın büyüsünü bozacak müdahalelerden kaçınma… Bunların hepsi empatiyle mümkündür. Çünkü empati, sadece anlamak değil, aynı zamanda korumaktır.
Sonuçta şunu bilmek gerekir: Fotoğraf bir ayna değildir. O, bir kalbin diğerine dokunuş biçimidir. Ve biz, ne kadar empati kurabiliyorsak, fotoğraflarımız da o kadar canlıdır. Fotoğrafçının gerçek mirası, çektiği karelerden çok, o karelerde hissettirdiği duygulardır.