Hayal gücü, yalnızca olmayanı kurmak değil, var olanın görünmeyen tarafını görebilmektir.
İnsanın içindeki en derin mercek odur aslında. Gözün göremediğini ruhun sezmesi, aklın tanımlayamadığını kalbin bir anda bilmesidir.
Bir şair için hayal, bir kaçış değildir; tam tersine, varlığın özüne inmenin başka bir yoludur. Çünkü hayal gücü, gerçeğin zıttı değil, gerçeğin devamıdır.
Bir fotoğraf karesinde ışığın bir yaprağa düşüşünü fark etmek neyse,
bir dizede o ışığın içsel anlamını görmek de odur. Şair, hayalin içinden konuşur.
Kelimeleri birer görüntü gibidir.
Onun için bir sözcük bazen bir yüz, bir bakış, bir rüzgâr ya da bir anı kadar gerçektir. Bir roman yazarı zamanın akışında dolaşırken, şair o akışın kalbindeki anı yakalar tıpkı bir fotoğrafçı gibi. Şair anı dondurmaz, onu hissedilebilir kılar. Romancı hikâyeyi kurar; şair, hikâyenin özünü sezdirir.
Birinin malzemesi olaylar, diğerinin malzemesi sessizliktir. Ve belki de bu yüzden şiir, insanın iç sesine en yakın sanattır.
Felsefi olarak bakıldığında hayal gücü, bilincin aynadaki yansımasıdır. İnsan, dış dünyayı değil; kendi iç dünyasını görür aslında.
Her imgede, her fotoğrafta, her dizede kendini. Bir fotoğraf çekerken gördüğümüz şey çoğu zaman dış gerçek değil, o gerçeğe bakarken içimizde yankılanan anlamdır.
İşte hayal gücü, o yankıyı görünür kılmanın aracıdır. Bir şairin kalemiyle yaptığı da, bir fotoğrafçının ışıkla yaptığı da budur:
İçsel bir hakikati görünür hale getirmek.
Şiir, kısa bir rüyadır; roman, uzun bir yolculuk. Şair bir kelimenin kalbine iner, romancı o kalpten yola çıkar.
Biri varlığın özünü sezgiyle yakalar, diğeri o özü biçimlendirir. Şairin zamanı “an”dır; romancının zamanı “akış.”
Şairin dünyası içe kapanır; romancının dünyası dışa taşar. Ama ikisi de aynı kaynaktan beslenir: hayal gücü.
Fotoğrafın özü de tam buradadır.
Bir fotoğrafçı da tıpkı bir şair gibi, görünenin ardındaki görünmeyeni sezmek ister.
Işığın altındaki gölgeyi, gülüşün içindeki kırgınlığı, yüzün ardındaki hikâyeyi…
Hayal gücü olmasaydı, insan yalnızca bakardı ama göremezdi.
Çünkü görmek, retinanın değil, ruhun işidir. Bir fotoğraf makinesi görüntüyü kaydeder; ama anlamı gören, kadrajın ardındaki insandır. Şair o anlamı kelimelerle örer,
fotoğrafçı ise ışığın diliyle. İkisi de görünmeyen bir gerçeğe inanır: Her şeyin içinde bir hikâye vardır, ve o hikâye sadece hissedene görünür. Hayal kurmak, gerçeği reddetmek değil, ona başka bir derinlik kazandırmaktır. Bir şair, gördüğünü değil, gördüğünün içinde hissettiğini yazar.
Bir fotoğrafçı da vizörden baktığında sadece nesneyi değil, o nesnenin onda bıraktığı izi arar. İşte hayal gücü, o izleri birleştiren görünmez iptir. O olmadan sanat olmaz, anlam olmaz, hatta insan bile olmazdı.
Hayal gücü olmadan insanın iç sesi susar.
Çünkü hayal, bir tür iç konuşmadır aslında. Bir şair, sessizliğin içinden kendi yankısını duyar; fotoğrafçıysa, o yankının gölgesini ışığa düşürür.
Her ikisi de bir tür tanıklıktır:
Biri kelimelerin tanığıdır, diğeri anların.
Ama hayal gücü, yalnızca yaratmak için değil, yaşayabilmek için de gereklidir.
İnsan bazen gerçekliği anlamlandırmak için değil, dayanabilmek için hayal kurar.
Bir çocuğun gökyüzüne baktığında bulutları hayvana, gemiye, kalbe benzetmesi…
Bir yaşlının, artık gitmiş bir sevgiliyi fotoğrafın içinden görüyormuş gibi bakması…
İşte hayal gücü tam da burada başlar:
Gerçeğin yetmediği yerde, kalbin kendine bir alan açtığı noktada. Bu yüzden hayal kurmak bir kaçış değil, bir direniştir.
Şair için hayal gücü, varlığa anlam vermenin ahlaki bir biçimidir. Dünyayı olduğu gibi değil, olabileceği gibi görmek…
Bir fotoğrafçı için de öyledir bu:
Bir duvarın çatlağında ışığın dansını fark etmek, bir bakışta bin hikâyenin izini sürmek, bir sessizliğin içinden sesin yankısını duymak. Hepsi aynı kapıya çıkar: görmenin felsefesi. Gerçek sanatçılar, gerçeği çoğaltmazlar; onun derinliğini açarlar.
Bir şair bir kelimeyle bir ömürlük anlam bırakabilir. Bir fotoğrafçı bir kareyle zamanı susturabilir.
Çünkü ikisi de bilir:
Hayal gücü, insanın içsel evrenini dış dünyaya tercüme eden tek dildir. Bugün teknoloji her şeyi hızlandırdı, ama hayal gücü yavaşlığı sever.
Bir dizenin olgunlaşması için sessizliğe,
bir fotoğrafın oluşması için bekleyişe ihtiyaç vardır. Çünkü hayal, sabırsızlığa kapalı bir alandır.
O, zamanın değil, sezginin ritminde çalışır.
Bir şair, kelimelerin arasındaki boşlukta düşünür; bir fotoğrafçı, ışık ile gölgenin arasındaki çizgide. İkisi de bilir ki: anlam, tam orada gizlidir.
Belki de hayal gücü, insanın Tanrı’ya en çok benzediği andır. Yaratmak, var etmek, bir hiçten anlam çıkarabilmek…
O yüzden hayal kurmak kutsaldır.
Bir şiir, bir fotoğraf, bir hikâye hepsi, bu kutsallığın yankısıdır.
Ve belki de hayat, bir fotoğraf karesinden, bir dizeden farksızdır.
Ne tam gerçektir, ne de tamamen hayal.
İkisinin arasındaki ince çizgide yaşarız.
Bir tarafımız gören, bir tarafımız kuran.
Bir tarafımız ışık, bir tarafımız gölge.
İşte tam orası nsanın olduğu yer.
Ve belki de tüm sanat, tam da o çizgide başlar.