Bir insanın en derin yaralarından biri, görülmemektir.
Sadece gözle değil, kalple de fark edilmemek… Varlığının yankısını başkasında duyamamak.
Kalabalık bir sofrada sessiz kalmak gibi; sesin var ama duyan yok.
Fotoğraf da biraz böyledir aslında.
Kimi zaman deklanşöre basarsın ama o an, senin içindekini değil, başkasının görmek istediğini anlatır.
Oysa bir fotoğrafın en güçlü yanı, görünmeyeni gösterebilmesidir.
Bazen bir yüzü çekersin; ama asıl mesele o yüzdeki sessizliktir.
Bir çocuğun gözlerine odaklanırsın, orada sadece ışık değil, fark edilme arzusu vardır.
Bir annenin ellerini çekersin, ellerin çatlakları arasına sıkışmış görülme isteğini fark edersin.
Çünkü insan, görülmediği yerde yavaşça silinir.
Görülmeme hissi, modern çağın en yaygın yorgunluğu.
Sürekli paylaşan ama içten içe hiç fark edilmediğini hisseden milyonlarca insan…
Sosyal medyada beğeniler artar ama anlam azalır.
Fotoğraf bir iletişim dili olmaktan çıkar, bir onay aracı haline gelir.
Oysa fotoğraf, bir insanın “Ben buradayım” deme biçimidir.
Görülmek, sadece bakılmak değil; anlaşılmaktır, hissedilmektir.
Ben hep şunu düşünürüm:
Bir fotoğraf çekildiğinde, aslında iki taraf vardır orada.
Biri objektifin önündeki insan; diğeri de onun içini görebilen göz.
Eğer o göz, sadece yüzü değil, içindeki hikâyeyi de yakalayabiliyorsa; işte o zaman fotoğraf gerçekten “görmüştür”.
Ama çoğu zaman biz bakarız, ama görmeyiz.
İnsan ilişkilerinde de, sanatta da fark etmeden aynı yanılgıya düşeriz.
Bazen öğrencilerime diyorum:
“Bir fotoğrafı anlamak istiyorsan, onu çeken insanın hangi duyguda olduğunu anlamaya çalış.”
Çünkü her kare, bir ruh halinin izdüşümüdür.
Kimi zaman öfke, kimi zaman özlem, kimi zaman sadece fark edilme arzusu…
Fotoğraf, aslında bir insanın ‘görülmeme’ hissine karşı verdiği sessiz bir çığlıktır.
Bir karede yalnız bir sandalye, boş bir pencere ya da sırtını dönmüş bir insan vardır belki.
Ama biz biliriz ki, o karede saklı olan şey, çoğu zaman “ben de buradayım” demektir.
İşte bu yüzden fotoğraf, psikolojik bir aynadır.
Sadece dış dünyayı değil, iç dünyayı da yansıtır.
Kendimizi ne kadar gösteremesek de, fotoğrafta bir şekilde görünür oluruz.
Belki de fotoğrafın en iyileştirici tarafı budur:
İnsana fark edilme duygusunu geri verir.
Bir portre çalışmasında, modelin yüzü ilk defa kendisine ait bir hikâyede anlam bulur.
Bir çocuk, objektife gülümsediğinde “beni gördüler” der içinden.
Ve fotoğrafçı da bilir: aslında kendisi de görülmüştür o anda.
Işıkla başlayan her hikâye, insanın görünme isteğidir.
Ama ışığın bile gölgeye ihtiyacı vardır.
Bazen görünmemek de bir savunmadır;
çünkü fazla görünmek, insanı çıplak bırakır.
Fotoğrafın sihri belki de burada saklı:
Ne çok gösterir, ne çok gizler.
Sadece insanın içsel ritmine eşlik eder.
Ve belki de sonunda anlarız ki,
görülmeme hissi, tamamen kaybolmaz.
Ama fotoğraf, bu hissi dönüştürür.
Bir an gelir, o fotoğraf sayesinde hem kendimizi hem başkalarını görürüz.
İşte o anda, bütün yalnızlıklar biraz anlam kazanır.
Çünkü bir karede, bir bakışta, bir ışıkta yeniden doğarız.