Fotoğraf yalnızca görmenin değil, varlığın da bir ifadesidir. Objektife bakan her yüz, kadrajın içinde yerini alan her taş, gökyüzünden süzülen her ışık huzmesi, aslında tek bir sorunun etrafında dolanır: Olmak nedir?

Bizler çoğu zaman fotoğrafı “anı yakalamak” diye tanımlarız. Oysa fotoğraf, yakalamaktan çok, “olmaya” çağırır. Çünkü deklanşöre basarken sadece bir görüntüyü değil, aynı zamanda kendi varlığımızı da kadraja bırakırız. Görünen ile görünmeyen arasındaki o ince çizgide, fotoğrafçı bir tür varlık sınavı verir.
“Ben oldum” demek, bir fotoğrafçının yolculuğunda en çok uzak durması gereken yanılsamadır. Çünkü olmak, hiçbir zaman tamamlanan bir süreç değildir. Olmak, daima sürendir; nefes gibi, ışık gibi, akıp giden zaman gibi. Bir fotoğrafın içinde dahi “olma” hali sabit değildir: Gölge kayar, ışık değişir, yüz ifadesi başka bir duyguya bürünür. Ve biz fark ederiz ki: Oldum dediğimiz an, aslında kaybolmuş bir andır.
Fotoğraf, bizi “oluşun” merkezine davet eder. Çektiğimiz karelerde yalnızca nesneleri değil, kendi içsel varoluşumuzu da sınarız. Kadrajın kenarında kalan boşluk, bizim eksiklerimizi gösterir. Netlediğimiz gözler, ruhumuzun görmek istediğini fısıldar. Çoğu kez bir kareye bakarken yalnızca manzarayı değil, kendi içimizdeki manzarayı da görürüz.

“Olmak” demek, kusurlarıyla var olmayı da kabul etmektir. Flu çıkan bir kare, bazen en içten gerçekliği anlatır. Kusursuz teknikle çekilmiş ama ruhsuz bir fotoğraf, sadece bir görüntüden ibaret kalırken; içine düşen gölgeyle, hafif titreyen bir bakışla, yani kusurlarıyla var olan fotoğraf, yaşamın kendisine yaklaşır. İşte bu yüzden, fotoğraf bize sürekli hatırlatır: Olmak, mükemmel olmak değildir. Olmak, var olmaktır.
Hayatımız fotoğraf ise, biz bu hayatın hem öznesi hem de nesnesiyiz. Deklanşöre basarken aslında bir tür “Ben buradayım, varım.” deme hâlidir bu. Fotoğrafçı, kendi iç sesini görüntüye dönüştürür. Seyreden, o görüntüde yalnızca doğayı, insanı ya da mekânı görmez; aynı zamanda fotoğrafçının “olma” çabasına tanıklık eder.
Ve belki de en önemlisi şudur: Fotoğraf, bize oldum demek yerine, “oluyorum” diyebilme cesaretini kazandırır. Çünkü yaşamın kendisi bir akıştır; bitmemiş, tamamlanmamış, sürekli dönüşen bir serüvendir. Tıpkı ışığın her karede değişmesi, gölgenin her an başka bir yere düşmesi gibi.
O yüzden fotoğraf çekerken aslında biz, varlığımızla yüzleşiriz. Kadrajın içine sığdıramadığımız şeyler, hayatımızda da eksik kalanlardır. Işığı bekleyişimiz, sabrımızdır. Karanlığı kabul edişimiz, cesaretimizdir. Ve bir karedeki derin bakış, aslında kendi içimizdeki “olma” özlemimizdir.
Hayatımız fotoğraf… Çünkü fotoğraf bize öğretir: Oldum demek, yanılsamadır. Gerçek olan, yalnızca olma hâlidir.