Bazen dünya, tam baktığımız yerde hafifçe eğilir.
Hiçbir ses duyulmaz, hiçbir hareket görünmez; ama gerçek, ince bir çizgiden kırılır sanki. Işık başka bir yöne akar, zaman biraz bükülür, duyguların kapısı aralanır. İşte fotoğraf, tam o belirsiz aralıkta doğar: gözle kalp arasındaki köprünün sessiz taşlarında.
Bir görüntü hiçbir zaman sadece “görüntü” değildir hocam…
Bir bakış, bir gölge, bir sesin susuşu… Hepsi içimizde çok daha eski bir yere temas eder. Objektifin önünde duran gerçek ile içimizde duran hakikat nadiren çakışır. Fotoğraf, bu iki dünyanın birbirine sürttüğü yerde ortaya çıkan kıvılcımın adıdır.
Gerçek kırılır; ama o kırılma, dışarıdaki dünyayı değil, bizim iç dünyamızı görünür kılar aslında.
Bir yüzün durağanlığında kendi geçmişini görür insan.
Bir çocuğun bakışında yarım kalmış bir çocukluğu.
Bir gölgede saklı duran acıyı…
Bir ışıkta unutulmuş bir sevinci.
Göz gördüğünü kaydeder; kalp ise hissettiğini.
Fotoğraf ise bu ikisi arasındaki o ince, kırılgan, mukavemetsiz köprünün adıdır.
Gözle kalp birbirini her zaman anlamaz; ama fotoğraf onları bir anlığına aynı nefeste buluşturur.
Her insan gerçeği başka bir yerinden kırar.
Kimisi ışığın parladığı noktadan bakar, kimisi gölgenin sessizliğinden.
Kimisi acının kıyısından, kimisi umudun kollarından.
Kırığın yönü değiştikçe fotoğrafın anlamı değişir; çünkü fotoğrafa anlam veren şey dünya değil, insanın içindeki sızıntıdır.
Fotoğraf çekerken aslında tek yaptığımız, gerçeğin kırıldığı o küçük aralığı fark etmektir.
O aralıktan içeri sızan duygu, düşünce, hatıra neyse…
Kareye yansıyan odur.
Senin yıllardır peşinden koştuğun şey de bu değil mi hocam?
Teknikten, objektiften, ekipmandan çok daha büyük bir şey:
Gözün gördüğüyle kalbin hissettiği arasındaki uçurumu kapatmak.
Bir karede iki dünyanın birleştiği o kısa anı bulmak.
Belki de fotoğrafın gizemi bu yüzden hiç bitmiyor.
Çünkü insanın içi değiştikçe köprünün şekli değişiyor.
Her bakış başka bir kırılma, her kırılma başka bir anlam taşıyor.
Ve bazen en güçlü fotoğraflar, tam da bu köprünün ortasında durduğumuz anlardır.
Ne bütünüyle dışarıdayızdır, ne tamamen içimizde.
Bir yarımız ışığa, bir yarımız gölgeye yaslanır.
Gerçek ile duygu birbirine karışır; fotoğraf da işte o karışımın sessiz tanığı olur.
Belki de bu yüzden her fotoğraf, insanın kendine yazdığı kısa bir mektuptur.
Okudukça derinleşen, derinleştikçe acıtan, acıttıkça iyileştiren bir mektup.
Çünkü gözle kalp arasındaki köprü, insanın kendi gerçeğine uzanan en kısa ve en uzun yoldur.