Gaziler: Yaşayan anıtlarımız, onur abidelerimiz…
Yağmur yağıyordu… Sanki gök, milletin yüzyıllardır biriktirdiği gözyaşlarını yeryüzüne indiriyor, ince ince ağlıyordu. Her damla, yalnızca su değil; acıyla yoğrulmuş, kahramanlıklarla mühürlenmiş hatıraların dilsiz yankısıydı. O an törende bulunanların üzerine düşen yağmur taneleri değil; tarihimizin en ağır, en kutsal yükleri iniyordu. Her damla bir Çanakkale anısı, bir Sakarya hatırası, bir Kore gazisinin yüreğinden kopup gelen çığlıktı. Gök, kalabalığın içine bir hakikati haykırıyordu: “Gaziler, yaşayan anıtlardır; vatanın bedeninde açılan yaraların canlı şahitleridir.”
Yağmur altında Gaziler, şemsiyeler altında devlet erkanı, O törende bir manzara vardı ki, insanın yüreğine dokunuyordu. Gaziler, sırılsıklam olmuş ceketleri, çamura bulanmış ayakkabılarıyla yağmur altında dimdik duruyorlardı. Başlarında ne bir şemsiye, ne bir koruma… Çünkü onlar için yağmur damlaları, mermi yağmurundan sonra küçük bir serinlikti. Çanakkale’de, Sakarya’da, Kıbrıs’ta top ve tüfek altında durmuş insanlar için birkaç damla yağmur mu engel olacaktı?
Ama aynı törende devlet erkanı, üzerlerine uzatılmış şemsiyelerle bekliyordu. Yanlarında hazır bekleyen korumalar, saatlerce şemsiyeleri onların başında tutuyorlardı. Oysa gazilerimizin önünde, gözleri görmeyenler, kulakları duymayanlar, dizleri titreyenler, bastonlarına yaslananlar, kalpleri yorgunluktan zor atanlar vardı. Ve hepsi, o yağmurun altında dimdikti.
İnsanın aklına şu soru düşüyordu: Gazilerimizin üzerine yağan yağmur, onları küçültür mü, yıpratır mı? Yoksa onları büyütür, daha da yüceltir mi?
Onları yağmur ıslatmaz, kar eritmez, Gaziler, hayatlarının baharında savaş meydanlarında kar boran, yağmur çamur, fırtınayı gördüler. Ama bundan da öte, mermilerin yağmur gibi yağdığı anların içinden çıktılar. Onları mermi bile yıldıramadıktan sonra, iki damla yağmur mu yıldırsın? Onların dizleri çözülebilir, gözleri zayıflayabilir, kulakları duymayabilir; ama onurlarını, vatan sevgilerini, bağımsızlık inançlarını hiçbir şey yıkamaz.
Gazilerimiz, mermilerin gölgesinden çıkıp, bugün bizlere hür bir vatan bıraktılar. Onlar bu milletin canlı şeref madalyalarıdır. Yağmur altında dimdik duruşları, aslında tarihin kendisine yaslanmış birer direk gibi görünüyordu.
Gaziler ve minnetin ölçüsü; Gaziler Günü’nde asıl ders, işte bu manzaranın içinde gizliydi. Minnet, yalnızca kürsüden edilen birkaç güzel söz değildir. Minnet, sadece bir gün hatırlamakla sınırlı değildir. Minnet, o gazilere hangi şartlarda nasıl davrandığınızla ölçülür.
O törende yağmur altında ıslanan başörtüleri, sırılsıklam olmuş ceketleriyle gazilerimizin dimdik duruşu, aslında milletin şerefini temsil ediyordu. Ama devlet erkanının başında tutulan şemsiyeler, görüntüyü bulanıklaştırıyordu. Çünkü bu tablo, göğsünde kurşun yarası taşıyan bir gaziyi değil; başında şemsiye taşıyan bir bürokratı büyütüyordu.
Oysa yapılması gereken çok açıktı:
Eğer yağmurdan korunmak için şemsiye tutulacaksa, önce gazilerin başına tutulmalıydı. Çünkü gerçek saygı, onları konuşmalarda yüceltmekten çok, hayatın içinde hak ettikleri değeri vermektir.
Atatürk de bir gaziydi. 19 Eylül 1921’de TBMM ona “Mareşal” ve “Gazi” ünvanlarını verdiğinde, Atatürk bu ünvanı kendi şahsi şerefi olarak değil, bütün bir milletin ortak onuru olarak kabul etti. “Kahraman Türk kadını ve erkeği, bu memleketi ve milleti ölümden kurtardınız. Sizler gazisiniz, şehitsiniz” derken aslında bugünkü Fazilet Ana’yı, Mehmet Amca’yı, Ahmet Dayı’yı işaret ediyordu.
Gazilerimiz yalnızca geçmişin tanıkları değildir. Onlar yaşayan tarih belgeleri, onur abideleridir. Bir milletin geleceği, gazilerine gösterdiği hürmetle ölçülür. Onlara sahip çıkmak, sadece sosyal bir görev değil, tarihsel bir sorumluluktur.
SONSÖZ
Yağmur yağıyordu… Gaziler dimdik ayakta, yağmurun altında. Devlet erkanı ise şemsiyelerle korunmuş, töreni tamamlıyordu. O an şu hakikat tüm yalınlığıyla ortaya çıkıyordu:
Gaziler mermiden korkmamış insanlar; onları yağmur mu yıldıracak? Ama onları unutmak, işte asıl en büyük ihanettir.