Bazı kavramlar vardır; tanımı kağıt üzerinde nettir ama hayatta karşılığına dokunulduğunda can yakar. Asgari ücret de onlardan biridir. Bir kelime gibi durur; oysa milyonlarca insan için bir ömrün sınır çizgisidir. Rakamdan ibaret sanılır, oysa bir evin ışığına, bir çocuğun çantasına, bir sofranın sesine dönüşür.
Asgari ücret, bir çalışanın insan onuruna yakışır asgari yaşam koşullarını sağlayabilmesi için alması gereken en düşük ücrettir. Yalnızca “aç kalmamak” için değil; barınabilmek, ısınabilmek, işe gidebilmek, çocuğunu okula gönderebilmek ve hayata tutunabilmek için belirlenir. En azından kağıt üzerinde. Hayatta ise çoğu zaman bu tanım, gerçeğin birkaç adım gerisinde kalır.
Teoride bu ücret; geçim şartlarına, enflasyona, temel ihtiyaç fiyatlarına, ülkenin ekonomik durumuna bakılarak belirlenir. Pratikte ise çoğu zaman hayat daha hızlı yürür, ücret arkasından bakakalır.
Eskiden asgari ücret yılda iki kez artırılırdı. Hayat pahalılaştıkça, ücret de onu yakalasın diye. Enflasyonun hızına yetişemese bile, en azından arayı açmamaya çalışırdı. O dönemlerde yapılan zamlar yalnızca yüzdelerle değil, alım gücüyle konuşulurdu.
Bugün ise tablo başka. Zam yapılıyor ama hayat daha hızlı zamlanıyor. Ücret artıyor, geçim geri gidiyor.
Oranlar benziyor gibi durabilir; yüzde 20, yüzde 30…
Peki…
Aynı oranda mı yaşanıyor?
Hayır.
Çünkü geçmişte asgari ücret, çoğu zaman açlık sınırının biraz üzerinde tutulmaya çalışılırdı. Bugün ise açlık sınırının altına düşmüştür. Yani çalışarak, ay sonunda karnını doyurmak bile matematiksel bir problem haline geldi. Bu yalnızca ekonomik bir veri değildir; bu, insanın iç dünyasında sessizce büyüyen bir kırılmadır.
Asgari ücretin önemi tam da burada başlar. Çünkü bu ücret yalnızca bir maaş değildir. O para; bir evin ışığıdır, bir çocuğun beslenme çantasıdır, akşam sofraya konan tencerenin sesidir. Ve o ses azaldıkça, evin içi de sessizleşir.
Bugün asgari ücretli bir aile ayın başında maaşı alır.
Önce kira düşünülür.
Sonra faturalar.
Ardından mutfak…
Ay bitmeden para biter.
Ama ay bitmez.
Bir baba, çocuğunun gözlerinin içine bakıp “Bu ay olmaz” demeyi öğrenir. Bir anne, pazarda en ucuzu seçerken en pahalıyı yüreğinde öder.
Bir çocuk, arkadaşlarının anlattığı hafta sonu kahvaltılarını dinler; kendisi susar.
Ayda bir kez dışarıda ailece yemek yemek mi?
Bir kahvaltıya gitmek mi?
Asgari ücretli için bu artık bir plan değil, ertelenmiş bir hayaldir.
Ve hayaller ertelendikçe, insanın iç dünyası daralır. Sürekli hesap yapmak, sürekli yetişememek, sürekli eksik kalmak… Bu yalnızca cüzdanı değil, insanın özgüvenini de aşındırır. Kişi kendini değersiz hissetmeye başlar; çünkü emeğiyle aldığı ücret, hayat karşısında sürekli yeniliyordur.
Asgari ücret sadece bir rakam değildir. Bir toplumun, çalışanına verdiği değerin aynasıdır. Eğer bir ülkede asgari ücretle çalışan biri, çocuğuyla ayda bir kez bile rahatça bir sofraya oturamıyorsa, orada sorun yalnızca ekonomide değil; adalet duygusundadır.
Çünkü insan yalnızca karnıyla yaşamaz.
İnsan umutla yaşar. Güvenle yaşar.
Yarınını düşünebildiği sürece ayakta kalır.
Emekli zor durumda, asgari ücretli ayakta kalma mücadelesinde.
Peki bu memlekette gerçekten rahat olan kim var? Geçim derdi eskiden bir endişeydi; bugün günün ta kendisi oldu. Maaş yetmiyor, umut yetiyor deniyor ama umut da her ay biraz daha inceliyor.
Herkes bir şeyden vazgeçiyor; kimi sofradan, kimi ışıktan, kimi çocuğunun hayalinden…
Bu ülkede insanlar artık yoksulluğu yaşamıyor; taşıyor. Ve en ağır olanı, bu yükün adı geçim, ama bedelini hayat ödüyor.
Rahat olanlar var elbette. Saatine değil, faturasına bakmadan yaşayanlar. Markete girince etikete değil, ihtiyacına bakanlar. Çocuğunun “isterim” dediğinde hesap makinesi açmayanlar. Ay sonunu değil, yarını planlayabilenler. Zam gelince sevinmeyenler… Çünkü zaten geçinebilenler.
Geri kalan büyük çoğunluk ise aynı soruyu farklı cümlelerle fısıldıyor…
“Bu ay nasıl olacak?”
Ve belki de asıl mesele tam burada düğümleniyor. Bu ülkede insanlar artık “nasıl yaşayacağını” değil, neye katlanacağını hesaplıyor.
Sabah işe giden milyonlar, akşam eve dönerken yorgunluklarını değil, yarına kalan borçlarını taşıyor. Çalışmak kurtarmıyor, emek yetmiyor, dürüstçe ayakta durmak bile lüks sayılıyor.
Bir toplum, çalışanına “idare et” demeye alıştığında; adalet susar, vicdan yorulur.
Çünkü asgari ücret bir sınırdır ama insanın onuru sınırlı değildir. Bugün geçim derdi rakamlara sığmıyor. İstatistiklere susmuyor. Grafiklere anlatılamıyor.
O; evin içinde kısık sesle konuşulan bir endişe,
çocuğun gözlerinde yarım kalan bir hayal,
anne babanın geceleri bölünen uykusudur.
Bu yüzden soru hala ortada duruyor:
“Bu ay nasıl olacak?”
Ama daha ağır bir soru daha var.
“Bu kadar çalışan insan, ne zamana kadar böyle yaşayacak?”
Çünkü bir ülke, insanlarını yalnızca hayatta tutarak ayakta kalmaz. İnsanı yaşatamayan düzen, eninde sonunda kendini tüketir.
SONSÖZ
Geçim yalnızca ekonomik bir mesele değildir.
Bir vicdan imtihanıdır.