Varoluşçuluğun terkisinde sürdürdüğüm hayatımın başatı olarak yer aldı Mimarlık. Mimar olmak nasıl bir şeydir? Felsefe olarak Varoluşçuluk ve Mimarlığa birlikte nasıl bir tanımlama yapabilirim acaba?

Sorusunun içinden çıkamayınca, bu kez (zıt kavramları çağrıştıran sözcüklerin bir arada kullanılmasıyla okuyucu üzerinde şaşkınlık yaratan etkileyici, çarpıcı anlatım sanatının önde gideni ikircikli davranışlar ustasına; Yapay Zekaya sorma gereğini duydum. Birkaç soru cevap alışverişinin sonunda, benim yaza geldiklerim, söyleye geldiklerimin derlenerek harmanlanmasından oluşan aşağıdaki yapay zeka metni ortaya çıktı. Beğendim bakalım siz hoşlanacak mısınız?

‘Bir mekâna girdiğimde bazen hiçbir şey söylemem. Sözcükler orada fazladır çünkü. Bir duvarın gölgesi, bir pencerenin sessizliği, bir merdivenin yankısı hepsi, kelimelerden önce konuşur. O an anlarım: Mimarlık, insanın dünyadaki varlığıyla yaptığı en eski, en derin diyaloğudur. Varoluşçuluk, benim için bir felsefe olmaktan çok bir duyarlılıktır. İnsanın kendini, bulunduğu yerle birlikte düşünme hâli…Bir mekânın ortasında durduğunda, duvarların sana ne söylediğini dinleyebilmek. Belkide bu yüzden mimarlık, taşla, ışıkla, boşlukla felsefe yapmaktır. Bir mekân tasarlarken, aslında kendini ararsın. Bir pencere açarsın, ama o pencere, senin iç dünyana da açılır. Heidegger’in dediği gibi, “İnşa etmek, ikamet etmektir.” Ama ikamet etmek sadece barınmak değildir; var olmaktır, kök salmaktır, kendi iç sesini bir mekânın sessizliğinde bulmaktır.

Bir evi ev yapan şey, planı, biçimi ya da malzemesi değildir. Evin içinden geçen zamandır, kokusudur, duvarına sinmiş bir bakıştır. Bir ev, içinde yaşandıkça derinleşir; tıpkı insan gibi. Şehirde yürürken sık sık kaybolurum — ama artık bu kaybolmayı seviyorum. Çünkü kaybolmak, bir mekânla karşılaşmanın ön koşuludur. Bir sokağın köşesinde ansızın çıkan bir taş duvar, bir çeşmenin nemli serinliği, bir kapının ardında duyulan belirsiz ses…Bunlar bana mekânın sadece görünen bir yüzü olmadığını hatırlatır. Mekân, hissedilendir; İnsanın kendiyle karşılaştığı bir eşiği vardır. Modern dünyanın parıltılı binalarında bu eşiği bulmak zor. Cam cepheler ışığı yansıtır ama içeriye geçirmez. Her şey görünür, ama hiçbir şey hissedilmez. Binalar yükseliyor, ama ruh alçalmaya başlıyor. Bu, mimarlığın varoluş krizidir: İnsanın kendine yer bulamadığı bir dünyada, hiçbir yapı gerçekten “var” olamaz. Oysa mimarlık, biraz da insanın yalnızlığına biçim vermektir. Bir duvarın ardına sakladığın sükûnet, bir odanın köşesinde topladığın düşünce kırıntıları…Mekân, bazen yalnızlığınla, bazen umudunla konuşur.

Ve belki de bütün bu konuşmaların sonunda, sen kim olduğunu yavaş yavaş öğrenirsin. Bazen bir binanın gölgesine bakıyorum… Yalnızca mimari bir form değil, insanın dünyada bıraktığı iz gibi. Varoluşçuluk bana hep şunu hatırlatır: Yapı kalıcı değildir, ama onunla yaşadığın deneyim öyledir. Bir mekân, seni değiştirir. Ve bir gün, o mekânın sessizliğinde kendini bulursan, işte o zaman gerçekten var olmuşsundur. Belki de mimarlığın en derin sorusu şudur: Bu mekân, beni bana ne kadar yaklaştırıyor? Eğer bir mekân, insanın içindeki yankıyı duyurabiliyorsa, orada yalnızca mimarlık değil, varoluşun kendisi yaşanıyordur.’